Anam ve Babam                                                        1976: Kızımızla

 

Ahlen, 03.2009

Bir Sonbahar Günüydü

Hep gözümün önünde,
Buruşuk ve sert sakalı
Ve
Pek az gülen yüzüyle,
Hem sever, hem korkardık,
Dizibüklüm oturuşumuzla,
Her daim bakardım yüzüne.

Küçük olmanın,
Verdiği cesaret ile,
Denerdim bazen,
El değmeden, korkak ve ürkek,
Ve garip bir çekingenlik ile,
Söz ile şakalaşmayı.

Bir adam düşün,
Dört analık yaşamış,
Sevgisiz, yarı aç, yarı tok,
Hep dağda, yarı çıplak ayakla,
Anlaması zor, yaşamının baharında,
Evlenmiş günü gelende.

Görürdüm rahmetlinin,
Zaman zaman ağlayışını,
Anlayabilmiş ancak sevgiyi,
Bir ömrün sonunda.

Yeni gelmiştim okuldan,
Bilmezdim ölüm nedir, bana ne ifade eder,
Severdim Ağılönünde hep oynamayı,
Taşırdım kaynamış bulguru,
Bir oyun için cebimde.

Yine öyleydi, oynuyorduk oyun,
Koşuşuyordu herkes,
Mezarlık tarafına,
Dediler  „Ese ölmüş“
Sordu öbürü „Karabıyığın Ese mi“
Ben de koşturdum millet ile,
Babamdı ölen,
Gelirken şehirden köye,
Bir SONBAHAR GÜNÜYDÜ.

Mustafa Dumlu


Ahlen, 02.10.2008

   …………………………Biyorafim
1952 yılının şubat ayının karlı bir günü olan onunda dünyaya gelmişim.Doğum oldukça zor olması nedeniyle bağ ortağımız olan Cemil Efendinin konağına götürmüşler beni.Zamanının en görkemli ve aynı zamanda tarihi değeri olan konakta doğmak bana nasip olmuş oldu.Karlı bir günde at arabası ile anamı Ereğli`ye götürmüşler ,doğum tarihim de tam günü gününe yazılmış.Beş kardeş olup en küçükleriyim.Benim küçüğüm,kızkardeşim Nebahat `ın öldüğünü az hatırlarım.En büyüklerimiz ablalarım,Elif ve Neriman.Büyük ablam rahmetlik ninem  Elif`den adını almış.Ağabeylerim Hicabi ve Mehmet.Mehmet ismi dedemden geliyor.

Yokluk içinde geçen çocukluğumu çok iyi yaşadığımı söyleyebilirim.Küçücük bir köy içerisinde koskocaman bir dünyamız vardı.Bütün bir köy,bağı-bahçesi ile,koyunu-kuzusu hayvanları ile,kısacası bütün bir  tabiatı ile bize aitti.Küçücükbir köyde oldukça hür yaşadık çocukluğumuzu diyebilirim.
İlkokulu köyümüzde bitirdim.Bizim devremizde mevcudumuz oldukça yüksekti.Oldukça başarılı olduğumu söyleyebilirim.Beşinci sınıfın sonunda İVRİZ  İLKÖĞRETMEN  OKULUNUN yatılı okumak üzere sınavlarına katıldım amakazanamadım.

Akabinde gündüzlü okumak üzere gündüzlü sınavlarına katıldım ve kazandım.O andaki sevincimi anlatamam.Zira babasızlığın acısını ,yokluğunu o zaman daha çok hissettim,kendimi yapayalnız,çaresiz,aciz olarak gördüm.Okumanın benim için bir çıkış yolu olduğunu biliyordum.İki sene köyümüzden gündüzlü olarak okula gittim,geldim.Üçüncü senemde başarılı olmam nedeniyle yatılı olarak devam ettim.Altı yıllık öğretmen okulu hayatımın oldukça zorluk-yokluk-acizlik ve yalnızlık geçtiğini söyleyebilirim.Ama azimli ve kararlıydım.Hatıralarımı söyleşiler de yazacağım.
Mesleğime 1970 yılı ağustos ayında  YOZGAT-BOĞAZLIYAN-YENI FAKILI nahiyesi YİĞİTLER eski adı ile SORSAVUŞ KÖYÜNDE başladım.Altı yıl idealist bir öğretmen olarak çalıştım.Altı yıldan sonra üniversite sınavını kazanarak ANKARA  DEVLET  MİMARLIK ve  MÜHENDİSLİK  (ADMM)  akademisinin kimya mühendisliği bölümüne devam ettim.Evli olmam ve zamanın siyasi olayları  nedeniyle akadamiyi terk ederek Almanya`ya eşimin yanına üniversiteye devam etmek üzere geldim.Maddi imkansızlıklar ve bazı nedenlerden dolayı kendi imkanlarımla mahalli makamlara müracaat ederek mesleğime Almanya`da devam ettim.2000 yılında erken emekliye ayrıldım.

Yokluk içinde geçen çocukluk ve gençliğimden hiç şikayetçi olmadım, on bir yaşında iken babamı kaybetmenin ezikliğini yaşamadım desem yalan olur.Rahmetli anam babamın yokluğunu hissettirmeyecek kadar cefakar-fedekar  asaletli bir kadındı.Bütün köylülerimizin çocukları gibi ben de gücümün yettiğince bağ-bahçe işlerine yardım ettim. Bizim köyün ziraatçılığı, hayvancılığı biraz karmaşadır. Hiçbir zaman ne hayvancılıktan ne de bağ-bahçeden, ne de ekin-harmandan bir aile geçimi temin edilemez. Hemen hemen her aile hem hayvancılık, hem bağ-bahçe işleri ve hem de ekin takın işleri yapmak zorundadır.

Biz de haliyle bütün bu işlerle uğraştık. Hiç sevmediğim harman-ekin işleriydi. Hele samanlığa saman basması bir işkenceydi.Yüz yüzelli koyunun bir kışlık samanı, yemi en geç sonbaharda temin edilmek zorunluluğu vardır. Köylerde bir laf vardır :  „Kışlık yağın, yarman ve hayvanların yemi-samanı varsa keyfin yerindedir.“

Günlük olarak ilkbahardan itibaren yaz ve sonbahar aylarında bağa giderdim, elmalığımız büyüktü, altına dökülenleri toplar, öğleyin köye gelir davara koyunları sağmaya anamla giderdim. Koyun yatağı taşı-kayalığı olmayan tepedeydi. Severek giderdim ama susuzluk en büyük sorundu. Nedense yeterli su götürülmezdi.Tepeden de yazın o sıcağında Aydos Dağının bembeyaz karlarını gördükçe iyice susardım. O yıllarda da kar çok yağardı, damları mutlaka kürümek zorundaydık, zira kar çok olunca yavaş yavaş eriyen kar suyu evin içine de akabilirdi, dam da çökebilirdi. Böylece de kış işimiz hep olurdu. Dam kürümeleri ayrı bir zevkimizdi. Evlerimizin birbirine yakın olması şakalaşmalar için iyi bir ortam yaratırdı.

Koyunlar sağıldıktan sonra değik almak üzere kadınlar cingilleriyle, helkileriyle değişik alınacak evlere gelirler, sütler cingil veya helkilerde bellilerle bellenir, kimileri de yanaşma adı altında birbirlerine alır verirlerdi.Çoğu kadınların okuması yazması olmamasına rağmen nasıl değişik yaparlar, sütleri bellikle bellerler, akıl almaz. Basit gibi görünen bu süt alıp verme sistemi bence toplumsal bir eğitimdir, zira o kadınlar birbirlerine karşı hile yapamazlar, yapan zaten kısa sürede ortaya çıkar, zaten kimse de yapmaya tenezül etmezdi.

Süt makinesi ile çok süt çektim, evin en küçüğü olmam nedeniyle bu iş bana düşüyordu. Kendi yağımızı ve peynirimizi kendimiz yapardık. Yağsız tuluk peyniri yapardık. Keçi kesildiğinde tuluk olarak kesim yapılır, tuzlanırdı. O tuluğu hiç sevmediğimden peynirini de yemezdim, sadece gılamböreğini severdim.

Saıcadaki  bahçemizi çok severdim. Bahçe küçük, yedi buçuk evlek, hemen İvriz Suyunun bir akarı bahçemizin üstünden geçer, soğuk olan suyu içmeyi pek severdim. Meyvelerin her türü olmasına karşın bahçenin tamamı sebze ile süslenirdi. En çok yaptığım ve sevdiğim de salatalıklardan bol bol yemek, üzerine söğüdün altında en az dört mısır ütüp yemek, arkasından pate gömmesi. O zamanlar beton kanalların hiç birisi yoktu, suları Yila’dan ve bizim oradan geçen Koca Akardan akardı. Oralar o zaman pek şirin olurdu. Yılandan çok korkardım, aksine de yılan da çok olurdu.
Bizim bir bahçemizin Sarıca mevkiinde olması Sarıcalıları rahatsız ederdi, bu yüzden Sarıcayı hiç sevmezdim, hasitlik yaparlardı. Bu yüzden ömrümde hiç o köyün içine girmedim.

Hayatıma yön şekil-karakter veren İVRİZ  İLKÖĞRETMEN  OKULU benim için bir dönüm noktasıdır. Hiç sınıfta kalmadım, sıradan bir başarım vardı. Yoksulluğun ve babasızlığın ezikliğini okulda yaşadım. İki abim vardı ama ha varlıkları ha yoklukları. Birgün olsun okula gelip de burada benim kardeşim okuyor demediler. Okuması yazması olmayan dul anam herşeyimdi. Koyunumuzun çokluğu dolayısı ile yün çorap o günlerin modası idi.Çorap örer bazan satardı, bana harçlık verirdi.Dördüncü sınıfa kadar beş lirayı bir arada görmedim ama hiçbir zamanda kompleks içine de girmedim.

Okulun son üç senesinde siyasallaşma yoğunlaştı, yavaş yavaş her öğrenci meyilini göstermeye başladı. Köyümüz zaten oldum olası hep demokrattı, hangi partiyi tutarsa tutsun, demokratlık hepimizde vardı. Mezuniyetimiz oldu mu olmadı mı bilmiyorum bile. Olaylar o kadar çok çabuk gelişti ki mezuniyet töreninin olup olmadığını hala bilmiyorum.

Altı yıl Yozgat-Boğazlıyan- Yiğitler (Sorsavuş) Köyündeki altı yıllık öğretmenliğim mesleğimi en iyi icraat ettiğim yıllardır. Her sene iki kez derslerden sonra özel programalar hazırlayarak okulda köylülere piyes gibi eğlence programları hazırlardık. Bayramları tam manasıyla okulda öğrendiğimiz şekliyle kutlardık.

1976-78 de iki sene devam ettiğim Ankara Devlet-Mimarlık ve Mühendislik Akademisi (ADMM)adeta bir ölüm-kalım mücadelesiydi. Zaten bitirmeden 1978 yılında terk ettim.Aynı yılın ekim ayında Almanya’ya üniversiteye devam etmek üzere geldim. Kimseden yardım görmedim, ne abilerimden ne de kayınbabamdan. Buranın mahalli makamlarına müracat ederek meslek hayatıma burada devam ettim.Çevre olarak gerek Alman gerekse Türkler olarak bana çok yabancı bir çevreydi. Ekenomik sorunlarım yoktu ama Türkiyedeki kaliteli çevremden yoksun olmak beni birçok yönden köreltti, küçük küçük hesapların içerisinde adeta kayboldum, her ne kadar mesleki olarak başarılı olsam da sonuçta dar çevrede etkinlik gösteremedim. Bütün bu eksiklikleri bir nebze olsun tamamlaması için bu siteyi tasarlayarak yazdıklarımı bir döküman halinde bir arada topladım…….

 


 

Ahlen, 28 Şubat 2009

Elif Ablamın Anısına…..                      

 

Sıkıntıyla, çileyle geçen bir ömür.

Sekiz kişilik bir ailenin en büyükleri, oldukça küçük yaşta evlendirilmiş, ilkokulu bile bitirmeye bırakılmamış Elif Ablam.

 

En küçüğümüz Nebahat’ın öldüğünü çok az hatırlarım. Rahmetlik babamın ellerinde kolunun üzerinde gördüğümü bilirim. Hastalıktan ölmüş.

 

Babamın oldukça genç yaşta vefat etmesi ( kırk altı ) biz beş kardeşin arasındaki bağları daha da güçlendirdi, genç yaşta bütün sorunlarla yalnız başına mücadele etmek zorunda kalan anamın etrafında toplanmamıza vesile oldu. Rahmetli anam hep derdi ; ben öldükten sonra birer birer birbirinizden uzaklaşırsınız ve dediği gibi de oldu.

 

„ Kardeşi kardeş yaratmış ve nasibini ayrı yaratmış Allah „ Bu gerçeği herkes bilir ve de birçoklarında mal bölüşümünde dargınlıklar, kırgınlıklar yaşanır, hatta birçoklarında daha da ileri giderek küslükler ve kavgalar da yaşanır. Biz bu durumları yaşamadık.

 

Çocukluğumda Hacı Servet’in bahçe evinde oturan ablamlarda zaman zaman kaldım. Evin en küçüğü olmam nedeniyle olsa gerek ablam beni çok severdi. Sık sık ablamlara gitmem, orada kalmam nedeniyle onu daha yakından tanıma fırsatını bana verdi. Köyden Ereğli’ye göçtüklerini kıt bilirim.

 

Küçük yaşta gelin giden ablamın ( yanlış bilmiyorsam on dört veya on beş yaşında ) gelin olduğunu hatırlamıyorum. Bildiğim, ablamın hep çalıştığı, bıkmadan yorulmadan çalıştığıdır. Ben beni bildim bileli evde iki inek ve evin nafakası olan inekler. Daha Ereğli’de pek bilinmezken ablam Hollanda veya Ala ineklerinden süt ve yağ-peynir elde ederek evi geçindirirdi. Gündelik ev ev gezerek Yüz On Evlerde süt ve peynir, yağ satardı. Böylece tanıdığı da çoktu, güvenilir biri olduğu zaten sürekli aynı müşterilereine süt satması bir isbatıydı. Her pazar Gülbahçe Pazarında mevsimin meyvesini, sebzesini, süt-yağ ve peynirini satarak ev geçindirirdi. Ben bile gençliğimde sebzesini sattım, ama çok sessizdim. Öyle diğer pazarcılar gibi reklam yapamazdım.

 

Bakımı bilgi ve tecrübe gerektirir, kolay değil doğacak bir dananın ölmesi veya ineğin kaybı o ev için yarı servet sayılırdı. Ablam bütün bunları gayet güzel yapar ve alınabilecek verimin en iyisini alabilirdi.

 

İnekler sadece hazır yem ile beslenmezdi. Günlük olarak gerek yonca gerekse ot temin edilirdi. Ben bile epey ot yolduğumu söyleyebilirim. Hacı Servet’in başka bahçeleri de vardı, zaman zaman o bahçelerden de ot yolunurdu.

 

Otuz evlek bahçe sahibi olabilmek için İbrahim adında bir vatandaşın tarlası bahçe oluncaya kadar bakıp yetiştirmek şartıyla az emek vermedi. Yanlış bilmiyorsam yüz evleğin üzerinde bir tarlaydı, anlaşma yaptılar, meyve fidanları dikildi ve bakımı tamamen eniştemlere aitti. Tabii ot temini için de idealdı. İyi hatırlarım, o tarladan, daha sonra bahçeden bisikletle az ot getirmedim.

 

Ablam becerikliydi, hünerliydi, çok misafirperverdi. Kimler yemeğini yemedi, kimler çayını içmedi ki ?

 

Oturdukları bahçenin kıyısından bayağı büyük bir su kanalı geçerdi o günlerde. Hem de su daim bulunurdu kanalda. Aynı yıllarda hafta sonları İvriz’e Koyun Çayırına subaşına gitmek modaydı. Faytonlarla, yaylı arabalarla, taksilerle, traktörlerle o yaz günlerinde mangal keyfi bir ayrı oldu. Ben ne yazıkki yaşayamadım, gidenleri bizim Sarıca’daki bahçeden görürdüm. Havalarından geçilmezdi birçok züppelerin, kendini bilmezlerin.

 

Hacı Servetlerin İvriz’i kendi bahçeleriydi. Hemen hemen her pazar günü bahçeye gelirlerdi, faytonla geldiklerini bilirim. Gerek Hacı Servet, gerekse hanımı kibirsiz iyi insanlardı. Bazan ben de bulunduğum olurdu.

 

Pazar günü sabah erkenden suyun kenarındaki söğütlerin altı temizlenir, sergiler yapılırdı. Zaten bu seki gibi özel olarak hazırlanmıştı. Ailecek gelirlerdi, nazik ve narin kızı Emel tatlı ve kibirsiz bir bayandı. Ablam onlar için özel sıkma ve börekler yapardı, hem de her türlüsünü. Hacı Servetlerin ailecek çok menmun olmuş olarak ayrıldıklarını da unutmam ve her defasında özel teşekkür ederdi Hacı Servet.

 

İzinlerde bir araya geldiğimizde sanki uyumak istemezdik. Salonda divanda saatlerce konuşur sohbet eder bir türlü sonunu getiremezdik. Ne kadar geç saatlere kadar oturursak eniştem daha dayanamaz gider yatardı ve eklerdi „ iyice bir konuşun „

 

Hepimizi de severdi, içinden geldiği gibi konuşur ve gerçekçiydi. Ayırım yapmazdı, küçükleri olduğumdan mı konuşmalarımı sohbetimi pek severdi. En çok benim için söylediği : „ Sen bir başkasın „ derdi.

 

Yıllar yıprattı, yıprattı amansız bir hastalık ayırdı birbirimizden. Ömrünün son günlerinde yanında olabilmek tesellim oldu desem de eksikliğini her an hissderim. Vefatından sonra daha Yüz On Evler tarafından daha hiç geçmedim. Sanki o evde hala oturuyor. Fani dünya…..

Nur içinde yatsın.

 


 

 

Ahlen,  06.03.2010

Beş Kardeş Beşi Herbir Dağda        

 

Bir evde beş kardeş

Ve

Ana baba,

Ayrıldı birer birer yuvadan,

Herbiri ayrı bir havadan,

Kimler geldi geçti bu haneden,

Bazan esti soğuk rüzgarlar aramızdan,

Kimimiz baktı tepeden tavandan,

Kimimiz esti gürledi oradan buradan,

Olan hep oldu hep anamıza.

 

Unutulur mu hiç geldiğin yer,

Yaşadıklarım rüyalarımda gezer,

Duygularımda bulur renklerini,

Hayalimdeki herşeyi süsler.

 

Anada bulur herşey bir vücut,

Vücut bir cisim ruhu onu şekillendirir,

Toprak, ağaç her yerde var ille de gara taşlar,

Gelen her kötü haber yürekler haşlar,

Atınca iki kadeh üzülmeye başlar,

Vijdan arama elin oğlu taşlar,

İlle ana-baba ocağı yüreklere işler.

 

Kimi dağda-bağda, kimi yaban ellerde,

Neler geçer bazı gönüllerde,

Herbiri ayrı telden çalar gazellerde,

Kimi yabanilaşmış şehirlerde,

Gözün göze yok faydası ümit arama gardaşlarda,

Menfaat çalınır sazın tellerinde,

Ana ocağı toplar imiş kalmış ezellerde,

Bilmem ruhları rahat mıdır mezarlarda,

Bilir imiş meğer anam, kaldı hayallerde,

Geldi o zaman,

Gözün göze faydası kalmadığı zaman,

Menfaatlerin çakıştığı zaman,

İner herkesin o güzel tıraşı önüne.

 

Kimi bulamaz umduğunu,

Sıkıntılar diz boyu,

Kiminin çatmaktır huyu,

Amaç değil üzüm yemek,

Adet olmuş adam dövmek.

Paylaştık sofrayı birlikte,

Aynı yatakta üç kişi,

Ne de çabuk unutuldu o eski günler,

Oldu hepsi bir yalan,

Yabanlar yakın ve yakınlar yaban,

Namerttir yalan söyleyen yalancı,

Değer mi üç günlük dünyada,

Kırmak, dökmek ve üzmek,

Sevenin çok sözümona,

Dillere sakız olmuş adettir söylemek,

Kuru bir inat, bilmemezlik,

İlla isbat mı gerek bildiğini ortaya dökmek,

Riyakarlık ve yalan söylemek,

Bilmem çok mu zordur doğru olabilmek,

Adet haline gelmiş yamuk yamuk konuşmak,

Ben çok eminim ki…..

Herkes koyduğu döşeğe oturmak,

Sonra hep yakınmak, acındırmak……

 

Amca, dayi, yeğen yakınlar,

Bizlerden olumsuz etkilenen çocuklar,

Günler geçtikçe yabancılaşan canlar,

Bilmem nere varır bu gidişatın sonu……

Mustafa Dumlu

Please publish modules in offcanvas position.