Ahlen, 14.11.2009
Avrupada Türkiye’yi Yaşamak, Avrupalıların Gözüyle Türkiye
Çocukluğumdan itibaren çocuk beyinlerimizde bir Avrupa vardı, anlatılan bir Avrupa vardı, Öğretmen Okulunda iken başka bir Avrupa vardı, Avrupaya geldim, içinde iken ilk geldiğim yılların Avrupası vardı ve şu an yaşadığım bir Avrupa var. Bunları yazarken ve düşünürken hafızam adeta zorlanıyor düşünceden düşünceye zıplıyorum.
Gerçekten Avrupayı tanımak lazım, bilinçli olarak incelemek lazım, değer incelemeye.Bu incelemeyi yaparken bağımsız düşünmeye gayret ederek bir kez bir Türk olarak, bir kez Türkiye’den gelen bir Türk olarak ve en son da bir Avrupalı gibi düşünmeye çalışarak Avrupayı incelemek gerek. Öyle edebiyatlar parçalayarak değil, üzerinde yüzlerce sayfalar yazarak incelemeye gerek yok.
Burada yaşanmış bir örnek vermek isterim, neden böyle düşünüyorum. Yanlış veya doğru, bunun iddiasında da değilim, ancak bir Alman yazar Almanya’da yaşayan Türkler üzerinde bir kitap yazdı.Seksenli yıllarda Günter Wallraff adında bir yazar gerçekten bir Türk gibi kendini Almanlara Ali Levent adıyla satarak Türkler arasında yaşadı, Almanların Türklere nasıl davrandığını, baktığını bir kitap olarak yazdı. Birçokları para için bu işi yaptığını söylediyse de yazarın yadıkları olaylar da para ile satın alınamaz ve her nedenle olursa olsun bir gerçeği ortaya çikardı, Almanların Türklere bakış açısı, epeyce eleştiren Almanlar da oldu elbette.
Bütün bunları şunun için yazıyorum, bir milleti birazcık tanımak için o insanlarla haşır-neşir olup beraber yaşamak gerek. Ülke içinde yaşanmasına rağmen tanımak yine de yeterli olamaz. Bizzat muhatap olarak, olumlu veya olumsuz birlikta yaşanmışlıkların olması gerekir.
Türklerin Almanya’ya göç ettiği altmışlı yıllarda Almanların Türklere bakış açısı, önyargıları bugüne oranla çok farklıydı.Kendi içlerinde yaşayan biz Türkleri tanıdıkça önyargıları da arttı, bugün itibarı ile tamamen olumsuz diyebilirim. Adeta sırtlarındaki bir kambur gibiyiz, bu durumlara nasıl gelindi, sebepleri nelerdir analizini yapmak basit ve kolay değil. Şu kadarını söyleyebilirim, güvenilmeyen bir millet olarak görülüyoruz, altmış ve yetmişli yıllardaki karşılıklı ilişkiler, diyaloglar yok sayılır artık, üstelik bugünün Türklerinin dil sorunu olmamasına rağmen, ilk gelen Türklerde en büyük problem dil sorunuydu, bu sorun bugün itibarı ile yok sayılır, ona rağmen gelişimler hep olumsuz yönde, toplum içinde bir gurup veya bir toplum durumuna geldik.
Nüfusumuza göre akademisyenlerimiz oldukça az, olanlar da pek fazla yaşadığı toplumla haşır neşir sayılmaz, önyargılar artık bizim akademisyenlerde de var, birinci nesil gibi değil, konuşan, bilen ve tartışan, ölçebilen bir kesim, hakkını bilebilen ve savunabilen ama hakkını alamayan, kendini kabul ettiremiyen akademisyenler dışlanmış olunca ayrışımı onlar da bilerek yapıyor.
Hele eski doğu blokundan gelen Almanların ülkedeki sayıları arttıkça Türklerin tabiri caizse pabuçları dama atıldı, her ne kadar din faktörü yok denilse de islamiyet ve hristiyanlık olarak antipati de kendini hissettiriyor. En olumsuz olarak Amerika’lıların ortaya attıkları „ islamistler, islamische terörüstün „ , fanatik müslümanlar, müslüman terörüstler veya terörüst müslümanlar kamuoyunda müslümanların genelinin teröre yatkın olabileceği izlemini veriyor ki bu anlayış hepimizin olumsuz yönde kabulleniş anlayışını getiriyor.
Benim yaşadığım Ahlen Şehrinde takriben sekiz ile on bin civarında müslüman yaşıyor, en azından Türkler adına, Türkler için söyleyebilirim, bu insanların hiç bir terör olayları ile ilgisi olamaz, burada herkes birbirini tanır, adam ibadetinden başka bir bir şeyin peşinde değil, kaldı ki bir insan bindiği dalı niye kessin. Zaten sorunların altında eziliyor, çoluk çocuk büyümüş, ekmek kavgası, işsizlik, iş bulamama kaygısı, bütün düşündükleri bunlar.
Bütün bunlara rağmen benim kabullenemediğim, sanki parelel iki toplum gelişiyor, kaynaşma yok, tam tersine ayrışım. Nihayetinde aynı coğrafyada yaşıyoruz, kaynaşma olması gerekir, hiçbir zaman gerçeğinde dinimiz buna engel değil, Alman toplumu da zaten bunları engel görmüyor.Sorunun nereden ve nasıl kaynaklandığını birkaç cümle ile izah etmek mümkün değil.
Burada ben bizlerin günlük yaşamlarından kesitler vererek anlatmaya çalışacağım. Okul çağındaki çocukların günlük okula gidip gelmeleri, Alman arkadaşları ile olan kontakları çoğunluk okul saatleriyle sınırlı kalıyor.Akademi ve üniversiteye giden akademisyenler zaten gayet bilinçli olarak arkaş seçimini yapıyor, çoğunluk yine kendi toplumuna yönelik. İletişim sorunları olmadığı için bilmek istediğini zaten öğrenebiliyor.
Birinci nesil ve ona yakın, bağımlı ikinci nesil yaşadığı toplumdan ayrı yaşıyormuşcasına adeta yaşadığı ülkede bir nevi Türkiye’yi yaşıyor, toplumdan oldukça kopuk. Büyük ezici çoğunluğu başta DİTİB’e bağlı diyanet camilerinde olmak üzere, diğer dini derneklerde bir araya gelerek hem dini vecibelerini yerine getiriyor, hem de yalnızlıktan kurtulmuş oluyor. Zaten bir itiyaçtır bu şekil yaşamak, ancak ülke içinde ülkeymiş gibi bir ortam, en azından bu yazdıklarım Türklerin yoğun olarak yaşadıkları şehirler için geçerlidir.
Aile ziyaretleri yetmişli yıllara göre büyük değişikliğe uğradı, her ne kadar yakın akrabalar arasında yoğun olarak gerçekleşen karşılıklı ziyaretleri yetmişli yıllara göre azaldı sayılır. Her daim azınlık duygusu ön plandadır. Maalesefe aynı insanlar izinlerde kendi anavatanlarında da azınlık duygusunu az da olsa yaşıyor.
Mustafa Dumlu