- DR RAMAZAN DEMİR
Türk Patentli İki Eğitim Projesi: 23.11.2009 |
Köy Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları (24 Kasım Öğretmenler Günü Dolayısıyla Anma ve Anımsatma...) Prof Dr Ramazan Demir
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulduğu ilk yıllarda, en büyük hamle şüphesiz ki eğitim alanında yapıldı. Yeni alfabenin kabul edilmesi ve buna göre okuryazar seferberliğine başlanması başlı başına bir olaydır. Üç ay gibi kısa bir zaman içinde, tüm ülke sathında, çoğunluğu “eğitmen” denilen, sadece okuyan ve yazabilen insanların da görevlendirilmesiyle, toplumda okur-yazar oranı olağan üstü derecede yükseldi.
Cumhuriyet kurulmadan önce Türkiye’de okur-yazar oranı erkeklerde sadece %1, kadınlarda %0.7 (binde yedi)... Bu oranı bilerek okuyalım bu yazıyı lütfen...
Bir taraftan da ekonomik kalkınmanın ne kadar gerekli olduğunu da bilen Gazi Paşa, cumhuriyetin ilk on beş yılında, ki zaten o kadar yaşadı, sanayileşme hızını %19, kalkınma hızını da %10 olarak gerçekleştirdi. Bu hamle dünyada eşi görülmemiş bir sonuçtur. Ülkedeki bu ekonomik kalkınma, sanayileşme ve eğitim alanında olan büyük hamleler, cumhuriyet fikrinin anlaşılmasına ve ulus devlet felsefesinin yaygınlaşmasına etkili oldu. Türk halkı insanca ve özgürce yaşamanın ne olduğun öğrendi.
Ülkemizin eğitim sisteminin kalitesi, çağdaşlığı ve sonuçta yetiştirdiği eğitimli insan gücü, bunların ilerideki muhtemel potansiyeli her gün tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Sorunu özetleyecek olursak; Ülkemizin eğitim sistemi bugün her yönü ile sorgulanabilir duruma gelmiştir.
Gelişen ileri teknoloji ve eğitim araçları sayesinde sadece “okur-yazar” olmak yetmiyor. Çağın gerekleri ve gerekçeleri bizlerden çok daha farklı şeyler ve veriler, birikimler istiyor. Bu bağlamda eğitim sisteminde ve uygulamalarında, özgür düşünme kadar eleştirel düşünme ve farklı bakış açısı oluşturma zorunluluğu vardır.
Bunun temeli eğitim kurumlarında verilmesi gerekiyor. Bunun için fiziksel yapıdan öte iyi yetişmiş, bilgi ile donanımlı “eğitici” ordularına gereksinim vardır. Bunlar öğretmenlerdir.
Deneysel çalışmaya, gözleme ve incelemeye dayalı bilim temelli eğitim programları öğrenciyi ezbercilikten kurtarabilir. Bilim felsefesine dayandırılmış eğitim programları, yeni kuşakları farklı düşünmeye, eleştirel ve sentezleyici olmaya yöneltir. Yeni teknolojik bilgileri alması zorunlu kılar. Bunun için de deneysel çalışmaya, gözlem ve incelemeyi yapmaya yöneltir; eğitimin bir anlamda “öğrenci merkezli” olarak işlenmesi gerekir.
Günümüzdeki eğitim sorunlarına bu kısacık girişle yaklaşımda bulunulduktan sonra, öğretmenler günü dolayısıyla geçmişe ait bazı hatırlatmaları burada sunmak istiyorum.
** Bir ulusun hayatında hiç eksilmeyen birçok sorunun temel nedenin "eğitim" konusu olduğu bilinir... Bugün de her sorun karşısında “eğitim eksikliği” konusu gündeme gelir ve tüm sorunların eğitimle çözülebileceğine inanılmaktadır... İyi bir eğitim, mutlaka iyi eğitilmiş “eğitici” kadrosuyla gerçekleşebilir. Sistemi ve uygulama programları bu kadrolara rehberlik eder. Eğitim kadrosu iyi yetişmiş bir Türkiye'nin, evrensel sermaye ve emperyalizmin muhtemel tehditleri karşısında "bilgi donanımlı" bir nesli yetiştirmesi zorunludur... İyi eğitim görmenin, iyi eğitim kadrolarıyla mümkün olabileceğini tüm siyasi iradeler, "kurtarıcı" olarak ikide bir sahneye çıkanlar da dâhil, herkes bilir ve söyler; fakat ne hikmetse ısrarla yanlış yapmaya devam ederler... ** Birazcık geçmişe gidelim; ilkokul, ortaokul ve lise aşamaları için ayrı ayrı olmak üzere "ideal öğretmen" yetiştiren kurumlar; Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları (6 ve 3 yıllıklar), Eğitim Enstitüleri, Yüksek Öğretmen Okulları ve bu kurumlar arasında dikey ve yatay geçişler yapabilen bir sistem vardı. Bunu bugünün öğretmenlerinin belki de çoğu hatırlamıyor bile… Peki, böyle bir sistem ve ayrı programların günün şartlarına göre değiştirilerek-geliştirilmesi kimin zararına olurdu? Kimin menfaatlerine ters olabilirdi? Her yönüyle bilgi ve görgü yüklü böyle eğitim kurumlarından yetişen başarılı "idealist" insanlar, Cumhuriyet'in temel ilkelerini, çağdaşlaşmanın ilkelerini, ekonomik ve sosyal kalkınma modellerini Anadolu'ya yaymaya devam etmeleri kimleri rahatsız ederdi? Cumhuriyete bağlı öğretmen yetiştiren tüm kurumların içinden en başarılı, zeki, çalışkan gençlerin seçilip gönderildiği ve en üst düzey eğitimin verildiği Yüksek Öğretmen Okullarıyla (Yüksek Muallim Mektepleri) birlikte öğretmen yetiştiren bu kurumların kapatılması bir planın, stratejinin sonucumuydu?! Konu irdelendikçe benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Konuya başka bir boyutta bakıldığında, başka sorgulamalar da yapılabilir. Örneğin; Yüksek Öğretmen Okullarından mezun olan öğretmenler Türkiye'nin gerçeğine uygun “elit öğretmenler” değil miydi? Anadolu'nun "Yeniden Uyanışı" için bu öğretmenler "kötü" temsilciler miydiler; buradan yetişen öğretmenler, milli uyanışı körükleyecek beyinler miydi? Köyde-kasabada-kentte farklı modelleri olan "feodalizm"in, "elit" tabakanın, kentli "eşraf"ın, "aristokrat"ların, "beyaz yakalıların”, "papyonluların" karşısına yeni bir kadro mu çıkıyordu? Azınlıkta olan bu sınıf ve gurup temsilcilerine "hizmet eden" köy çocuklarının okuyup üniversite bitirmeleri onların felaketi mi olurdu?! Gerçekten söylendiği gibi bu okullar "anarşist", "milliyetçi" yetiştiriyor muydu? Evet, tüm bu soruların cevabı var ve olacaktır da... Bir öğretmenin yaşam hikâyesini çok gerçekçi bir anlatımla yansıtan “Işığı Arayan Genç” isimli anı romanımın bir bölümünde, bu konuyla ilgili bir "hayıflanma", "vatan için iç acıma" duygularımızı ifade ederken, konuyu irdelemiştik. Özetleyelim; Cumhuriyet tarihinde, eğitim alanında iki büyük proje sahneye konulmuştur; Köy Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları projeleri olmak üzere... Bu projelerin ilki, ülkeyi top yekûn kalkındırma amacına yönelik bir proje idi. Kalkınmayı köyden başlatan bir proje… Çünkü Türk toplumu köylü bir toplumdu. Köy çocuğunu eğitip yine köye eğitimci olarak göndermeyi hedeflemişti... Bu projenin yürümesi ve sonuç vermesi durumunda rahatsız olacak olanlar kimler olabilirdi? Tabii ki Anadolu’da hiç eksik olmayan “ağalık=feodalite", yapıyı sürdürmek isteyenlerle “şeyhlik”, “tarikatçılık” ismi altında “din ticareti" yapanlar... Bunun için de bir bahane uydurulmalı ve siyasi iradeye baskı aracı olarak sunulmalıydı... O zaman yapılacak iş çabuk tarafından bahane yaratmak! Bahane kolay ve çabuk bulundu... Köy Enstitülerin bazılarında okuyan öğrencilerin hem kız hem de erkek karışık olması "bağnazların, dar kafalıların, yobazların, ağaların, emek sömürücülerin" aradıkları bir fırsattı... Bunu çok kolay istismar edebilirlerdi… Ve ettiler de… Onlara göre bu okullar “tehlikeli” kurumlardı! Bunun için bir bahane öne çıkarılmalıydı, çıkarıldı ve bağnazlıkları bahane edilerek gereken "damga" vuruldu... Damga: "...Köy Enstitüleri komünist yetiştiriyor..." Bu yalan yaygınlaştırıldı... Hem de 1946 yılında bir Amerikalı uzmanın hazırladığı rapora dayandırılarak… Kaldı ki bu uzmanın ülkesinde, köyde-kentteki okullarda kız-erkek ayrımı olmaksızın karma eğitim yapılıyordu… Fakat böyle bir eğitim kurumunun genç Türkiye Cumhuriyetine uygun-layık (!) görmüyordu. Amacı, köy kökenli çocukların okuyup aydınlanmasını engellemek, sonra da, köye gidip emperyalistlerin amacının hilafına, aydınlatma görevinin yapılma potansiyelini temelden ortadan kaldırmak… Basiretsiz aklı-evvel politikacılarımız da, “..Batıda bir örneği olmayan eğitim kurumu neden bizde olsun, başımız dert mi açalım” diye kastedici kararlar aldılar. Ülkenin kalkınması, toplumun aydınlanması için gerekli olan Köy Enstitülerini katlettiler, yok ettiler… ** (NOT: Evrende sosyal varlık olarak insan, gerektiğinde dost seçer, anne-baba ve kardeş seçemez. Türk milleti “dost” da seçemedi. Bu nedenle Türk milletine “dost” olmak bahanesiyle besledikleri niyetler sonunda bir şekilde yansıyor. Tarih boyunca Türk milletine yönelik menfur emelleri olanlar fırsat buldukça ortaya çıkmış ve faaliyetler yapmışlardır. Tıpkı birinci dünya savaşında bizi sırtımızdan vurdukları gibi... Demokrasi vaadiyle gelen ABD'nin bayraklarını öpmekten hiç tereddüt etmeyenlerin ne hallere düştükleri gibi... Buyurun size “kanlı demokrasi” ya da “kirli savaş” sonuçlarını bırakıp gidiyorlar. Bir millet haysiyetinden ödün vermeye başladığı andan itibaren o işin sonu gelmez... Kafa yapısı bu olan insanların her devirde olduğu gibi bugün de var. "Yabancı bir ülke hâkimiyetinde daha özgür olurduk, dinimizi daha özgür yaşardık..." diyen zihniyetin güçlenerek bugünlerde arz-ı endam etmesi, geçmişten gelen yanlış eğitim kararlarının ürünüdür. Bunu söyleyen “genç” görünümlü “yaşlı beyinleri” suçlamak doğru değildir. Bunu söyleyenler bir düşünceyi değil, bir “şartlanmayı” dile getirmektedirler. İnandıkları kutsal kelamın sıkça tekrarladığı ifade; "düşünenler ve aklını kullananlar için nice ibretler vardır" bile dar beyinlere etki edemiyor. İşte bu zihniyetin önceki sahipleri, sadece Türk milletine has, patenti bize ait olan eğitim projelerini kökünden yok ettiler.) ** Emperyalist güçler ve onların yerli ortakları artık amaçlarına ulaşmıştı... Ondan sonrası nasıl olsa gelirdi... Ve öyle de oldu... Bu okulların esas hedefi olan "köylüyü eğiterek kalkındırmak" ideali saptırıldı... Okulların kolu kanadı budanarak, isimleri değiştirilerek işe başlandı... Her ne kadar yine de "köy-kasaba ilkokul öğretmeni" yetiştirmeye devam etseler de esas hedef saptırılmıştı... Her şeye rağmen kurumlar varlıklarını, sınırlı da olsa, devam ettirdiler... “Öğretmen Okulları” ismiyle daha sınırlı bir eğitimle göreve devam ettiler. Yeni statüleriyle bu okullardan mezun olanlar belli süre köyde çalıştıktan sonra isterlerse ve başarılı olurlarsa ortaokul öğretmeni olmak üzere Eğitim Enstitülerine dikey geçiş yaparlardı... Ve bilgi, kişilik yoğun insanlar yetiştirdiler; bu genç ve idealist kuşak ülkenin gerçeklerine uygun, düzeyli bir eğitimden sonra ortaokullara öğretmen oldular... Cumhuriyet döneminin ikinci büyük eğitim proje ise tek amacı “öğretmen olmak” olan idealist, çalışkan, öğretmenlik ruhuna uygun gelişmiş, bu mesleği her yerde ve şartta yapmak isteyen, zeki, çalışkan ve başarılı “halk çocuğu” gençlere "üniversite kapılarının açılma" projesidir... Bu proje, Yüksek Öğretmen Okulları projesidir, bu kurumlarla en ideal noktaya ulaştırılmıştır. Cumhuriyetin o zor yıllarında bilimsel düşünceyi köye kadar götüren Köy Enstitülerine dayalı geliştirilmiş bu yüksek tahsil kurumları, bilim temelli eğitimi öne almıştır. Sadece bu özellikleriyle çok özel bir yere sahiptirler. Eğitim kurumlarımızda bilimsel temelli devrimlerin yarattığı etkiler ve bunların sebep ve sonuçları çağdaş yöntemlerle ne yazık ki öğretilmemektedir. Tarihi misyonunu tamamlamış olsa bile ders alınacak çok yönleri vardır. ** Yüksek Öğretmen Okulları projesi ile sadece "elit"ler, "burjuva" mensupları, "beyaz yakalılar”, "papyonluların” çocukları üniversiteyi okumayacaktı, "hizmetkâr" olarak görülen ve öyle kalması istenen köy kökenli-halk çocuğu gençler de üniversiteyi okuyacaklardı... Endişeleri vardı egemen güçlerin; iyi eğitilmiş bir eğitim kadrosu, ordusu, geldikleri yer ve iyi bildikleri vatan toprağı Anadolu'ya yayılacak ve orta öğretimde, özellikle lise çağındaki gençlerde "uyanış" hareketini gerçekleştireceklerdi... İşte bundan korktular! Bilgili, eğitimli, kişilikli, ufku geniş, milli ve manevi değerleri bilen, vatansever, medeniyetçi bir kadro tarafından eğitilen liseli gençler, idealist ve bilgili, sorumlu yetişeceklerdi... Bilgi yüklü meslek mensubu olduklarında, emperyalizme, sömürüye, yobazlığa, karamsarlığa geçit vermeyeceklerdi. Milli ve manevi değerlerin istismarını yapan, bunların sırtında "rant" kazanan, Atatürk'ü kalkan yapıp mevki, ticareti yapanlara meydan kalmayacaktı… Hâlâ Güneydoğuda ana sorun olan feodalizmi bir "hükmetme", "idare etme" biçimi olarak görenler ve onların "devletteki uzantıları" bunu asla istemezlerdi... Bu okulların yetiştirdiği idealist vatansever öğretmenle aracılığıyla milli ülkü öğrenen halk çocukları sayesinde, “nüfuz” ve “din ticareti” yapanlara inanacak "kara cahil" insan sayısı azalacaktı ve onlara bu sahtekârların söylemlerine inanmalarına engel olunacaktı... Bunu istemediler... Kimler mi? Evrensel kimlikli "sömürü düzeni" ve onların "yerli uşakları..." Türk milletinin kendi değerlerine sahip çıkması söz konusu olduğunda, derhal yerli ve yabancı güç odakları işbirliği yapar ve böyle bir hareketi, projeyi kaynağında kurutur ve önderlerini de saf dışı bırakırlar... Öğretmen yetiştiren tüm kurumların kapatılması, kökünden kesilen meyve ağacının akıbetini yansıtır. Kesilen meyve ağacının yeni meyve veremeyeceği gerçeğini, hangi bahaneler uydurulursa uydurulsun gizlenebilir mi? Yüksek Öğretmen Okullarının kapatılma gerekçelerini "...anarşist, milliyetçi yetiştiriyorlar..." diye gerekçe yazan "dikta" kafalılara buyurun somut örnekleme yapalım... Okyanus ötesi emirler gereğince militarist bir yaklaşımla yapılan bu tasarrufların ülkeye ne kadar zarar verdiğini bugün çok daha iyi anlaşılmaktadır... 12 Eylülden önce anarşinin merkezi olan ODTÜ, İTÜ, Ankara SBF, İstanbul Hukuk Fakültesi neden kapatılmadı da sadece Yüksek Öğretmen Okulları kapatıldı? Bunun cevabını o günün “dikta” kafalı zatları verebilir mi? Çünkü ağababaları öyle emir buyurmuşlardı... Anadolu halk çocuğunun üniversite okuyup üstelik eğitim ordusuna katılması emperyalizmin hiçbir şeklinin işine gelmezdi... Onun için kökünden kestiler meyve veren ağacı!!! Yetmedi, Yüksek Öğretmen Okullarına öğrenci kaynaklığı yapan, bu okulları insan kaynağı olarak besleyen Öğretmen Okulları da kapatıldı... Neden, niçin, sebep neydi?! Bu sorunun cevabını veren var mı? Eğer "anarşist yetiştiriyor..." gerekçesi geçerli ise, "anarşinin merkezi" durumundaki bazı kurumlara neden hiç dokunulmadı?! O zaman "... Anarşist-milliyetçi yetiştiriyor..." gerekçesi mi bahane oldu, diye sorgulamalar yapılır... Ki, öyle görünüyor! Pek iyi "...milliyetçilik..." duygusunu, milli değerleri taşıyan öğretmen kadroları kimin zararınadır?! İşte işin püf noktası buradadır... Anadolu'nun uyanışını, "milli uyanışı" istemeyen tüm odaklar güç birliği yaptılar ve istediklerine ters ürün veren "meyve ağacını" kökünden kestiler... Elbette ki bu budamanın bir ürünü de olacaktı... Bunun sonucu olarak bugün milli idealden yoksun, her an cumhuriyetin kuruluş ve milletin kurtuluş felsefesine, “ulusal-milliyetçi” felsefeye aykırı faaliyetler zinciri gelişti. Ulus devlet felsefesi zayıfladı. Emperyalistler ve içteki işbirlikçileri “ulusal-milli-milliyetçi” ne varsa yok etmeye çalışmaktadırlar. Bunun kendiliğinden olduğunu hiç kimse söyleyemez. Bunun temelinde emperyalist güçlerin amaçları vardır. Dünyaca “Türk Eğitim Modeli” olarak tanınan ve bugün isminden başka eseri kalmayan Köy Enstitüleri-Yüksek Öğretmen Okulları modelinin yok edilmesinde işte bu sebepleri aramak gerekir. Sonuç olarak, Köy Enstitüleri ve devamında Yüksek Öğretmen Okullarının kapatılma tasarrufu, sebebi "kendinde saklı" olan bir "ocak söndürme" hareketidir... Öğretmenler günü olarak seçilen 24 Kasım gününün, öğretmenlerin ve öğretmenlik mesleğinin “hüzün” dolu bir günü olmasına sebep olan dar kafalı çapsız idarecileri burada tekrar kınıyorum. Tanrı mesleği olarak bilinen “öğretmenlik” mesleğine gönül veren, onun çilesini çeken tüm öğretmenleri, öğretmenlik mesleğini ve öğretmeni anlatmak için kürsüye çıkan öğrencinin “öğretmen geçmişin öğreticisi, geleceğin kurucusudur” ifadesinde kendini bulan tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler gününü kutluyorum. Bana ilk harfi öğreten ilkokul öğretmenim Eşref Çakmak’ı saygıyla, sevgiyle anıyorum. 22.11.2009 Prof Dr Ramazan Demir |