OKUMANIN TADI BAŞKADIR

13 Şubat 2012, 20:04

Yaz geldi, tatiller başladı. Deniz kenarlarında kitap okuyan insanlar rastladığımızda yayına yaklaşın, mutlaka bir turist olduğunu görürsünüz. Bizim insanımız, okumayı sevmez. Onun için de seçtiğimiz iktidarlar da oldum olası kitaplardan pek hoşlanmaz. Tek parti döneminden günümüze kadar kitap okuyanlar hep potansiyel suçlu olarak görülmüştür. Fakat bu durum, değişecek gibi gözüküyor. Gazetelerin yazdığına göre bir yargıç, bir suçluya kitap okuma ve okuduğu kitapların özetini çıkarma cezası vermiştir. Sizleri bilmem ama ben bu cezaya sevindim. Demek ki bazen cezalara da seviniliyormuş. Milliyet Gazetesi yazarı Semiha Şentürk'ün araştırmasına göre, geçtiğimiz yıl 62 kitap hakkında dava açılmış, bu davalardan 25'i hakkında da mahkûmiyet kararı çıkmış. Geçmişimize dönüp baktığımızda kitap yazanı da, okuyanı da sevmemişiz. Edebiyatımızda bir deha olan Fuzuli, Yunus gibi yazarların yaşamına baktığımızda bunu görebiliriz. Fakat 60'lı yılları bunun dışında tutmalıyız. Çünkü 60'lı yıllar, en çok kitabın yazıldığı, okunduğu, fikir tartışmalarının yapıldığı bir dönemdir. 61 Anayasası'nın getirdiği özgürlük ortamında farklı düşünceler, toplumumuzda ilk defa tartışılmaya başlanmıştır. Sorgulayan, tartışan ve okuyan bir gençlik kitlesi ortaya çıkmıştır. 68 kuşağı işte böyle bir iklimin ürünüdür. Bu iklimi ortadan kaldıran kitap düşmanlığını da doruk noktasına ulaştıran, 12 Mart 1971 Muhtırası'dır. 12 Mart, kitap düşmanlığında bir kırılma noktasıdır. 50 yaş üzerindeki tük okuyucular bunun yakından tanığıdır. Muhtıracılar, ilk iş olarak kitapları yasaklamışlardır. Toplumda bir korku ortamı yaratmışlardır. Bu korkudan insanlar, kitaplarını denize attılar, toprağa gömdüler. Fırınlarda, sobalarda yaktılar. Milli Eğitim Bakanlığı o dönemde okullara gönderdiği genelgelerde, Milli terbiyemize aykırı, ahlak ve aile değerlerimizi yıkmaya matuf kitapları, okul kitaplıklarına konulmaması istenmiştir. Okul müdürleri de korkudan kitaplıklara kitap koyamamışlardır. Onun için de okul kitaplıkları, 1930'larda basılmış ve okullara gönderilmiş, kitaplara kalmıştı. O kitapların da Türkçesi pek anlaşılmadığı için öğrenciler tarafından pek okunmuyordu. Okul kitaplıklarını incelediğimizde, Dünya Klasikleri'nin tamamına yakını Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde basıldığını ve okuyuculara gönderildiğini görürsünüz. Okul kitaplıklarında, bu Dünya Klasikleri'ni, bu güzelim eserleri kontrol edeniniz var mı, bilmiyorum. Bu eserlerin tamamına yakınının hiç okunmadığını görürsünüz. Çünkü birbirlerine birleşik olan sayfaları yırtılmamış. Bu sayfalar birbirinden ayrıldığına göre demek ki hiç okunmamış. Ne garip değil mi? 50-60 yıl boyunca kitaplıklarda bulunan evrensel kültürün kaynağını oluşturan bu kitaplar, hiç kimse tarafından merak edilmemiş ve okunmamış. Yöneticiler de zimmetli olarak birbirilerine devretmiş. Okul kitaplıkları sağlıklı çalışmaz. Bunu çalıştırmak için ayrı bir elemana gereksinim vardır. Böyle bir kadro da okullarda çok az bulunur. Nöbetçi öğrenci tarafından açık tutulan kütüphanelerin de sağlıklı şekilde işlemesi de mümkün değildir. Öğrenciler, sadece ödev için kitap arar, pek çoğu da ihtiyaç duyduğu sayfaları yırtar, kitapların da tüm özelliği böylece yok olur. Kitap neyse ansiklopedi sayfalarının yırtıldığın görmek insanı üzüyor. Öğrencilerimizde zevk için kitap okuma alışkanlığı yok denecek kadar az. Kitap okuma, ayrı bir tat, ayrı bir zevktir. Kitap okurken, tıpkı bir melodiyi dinler gibi zevk almak, haz duymak, beyinsel doyuma ulaşmak gerekir. Ancak böyle olunca kitap sevilir, okuma anlam kazanır. Okuma, beyinsel gelişimin, yaratıcı düşüncenin de kaynağıdır. Okumayan insan, kendini geliştiremez, zihninde yeni pencereler, yeni ufuklar açamaz. Kitap, bize yeni güzellikler sunar, hayal gücümüzü geliştirir. İstatistikler, az okuyan bir toplum olduğumuzu gösteriyor. Bunun için istatistiklere de bakmaya gerek yok. Çevrenizdekilere bakın yeter. Okul kitaplarının dışında, kitap okuyan insana pek rastlamazsınız, isterseniz sorun. Biz, toplum olarak okumadan ziyade televizyon seyretmeyi severiz, çünkü seyretmek zahmet gerektirmez, bizi yormaz. Kısaca kolayımıza gelir. Fakat seyretmek, asla okumanın yerini tutmaz, zihnimizde oyumsuz tatlar bırakmaz. Okumak, aynı zamanda düşünmek, hayal kurmak, beyinsel anlamada haz duymaktır. Sanat eserlerinde öyle güzel dizeler vardır ki, bir mıh gibi beynimize saplanır. Yanlışlarımızı, eksiklerimizi gösterir. Rasgele sanatçılardan seçtiğimiz şu dizelere bakalım; “Kerpiç koydum kazana, Poyraz ile kaynattım, Nedir diye sorana, Bandım, verdim özümü.” Yunus, basit gibi görünen bu dizelerinde sözcükleri yerli yerine öylesine uyumlu oturmuş ki, insanın şu pişene bakası geliyor. Anlamsıza, anlam yüklüyor. Kelimeler, ayrı bir güzellik kazanıyor. İşte sanat eseri bu. Sheakespare'in şu dizelerini sizler yorumlayın: “Değişik servetler verin ikizlere, Çok paralısı hor görünür, az paralısına, Kaldıramaz büyük zenginlikleri, Bir dilenciyi bey yapın, Doğuştan bey saymaya başlar kendisini.” İnsan, bundan güzel nasıl anlatılır? Bu dizeleri tekrar tekrar okumak, onun lezzetini, yudum yudum tatmak gerekir. İşte okumayı seyretmekten ayıran da bu! 

Please publish modules in offcanvas position.