YÖRÜK KIZI’NIN ÖYKÜLERİ

14 Ocak 2014, 15:16

İlk öğretmenliğime meslek dersleri öğretmeni olarak 1973 yılının soğuk bir kış günü İvriz Öğretmen Okulu’nda başladım. 

İnsan, hayatında ilkleri unutmadığı için ben de İvriz’deki ilk günlerimi bugün gibi anımsıyorum. 

Akşamüzeri okula vardım. Nöbetçi Müdür Yardımcısı Niyazi Acar, beni misafirhaneye yerleştirdi. ‘Biraz dinlen sonra lokale iner, arkadaşlarla tanışırsın’ dedi. Valizimi açtım, elbiselerimi yerleştirdim, elimi yüzümü yıkadım, heyecanla hiç dinlenmeden bir alt kattaki lokale indim. 

Gülayşe Aydemir (Yörük kızı), Nefise Palas, Füsun Mocuk, Sabiha Eriten, Sevgi Çeltik, Mustafa Gönülal (Bambıl), İsmet Sönmezocak (Hökümet), Süleyman Demir, Burhan Taşyürek, Talat Öztürk, Selehattin Yıldırım ve Ahmet Yallagöz gibi Cumhuriyet aydınlanmasının meşalesini taşıyan bu değerli eğitimcilerle ilk o gün tanıştım. Gülayşe Hocam, ilk gün tanıdığım, yıllarca birlikte çalıştığım iyi bir aile dostu olduğum arkadaşımdır. Daha sonra tayini çıkıp Bandırma’ya yerleşti. Namı diğer Yörük Kızı Gülayşe Aydemir ile 36 yıl sonra 2012’nin yazında, öğrencilerimizin Antalya Kemer’de düzenlediği buluşma gününde tekrar karşılaştık. Hanım ve ben eski bir dostu görmenin mutluluğunu heyecanını ailece birlikte yaşadık. Değerli eşi Salih Yaldız ile birlikte uzun turlara çıktık. Gülayşe, bizlere Yörük çadırını gezdirdi. Edebiyat, sanat ve felsefe sohbetleri yaptık, anılarımızı tazeledik. Yürüyüşleri yarıda kestik. Çünkü artık yaşlanmıştık. Güzel günler geçirdikten sonra tekrar buluşmak üzere ayrıldık. İşte o günlerde Yörük Kızı, öyküler yazdığını söylemişti. 

Yörük Kızı, öykülerini tamamlamış, 17 öyküden oluşan kitabının ilk baskısından bir adet de bana göndermiş. 

‘Dünyaya tekrar gelsem’ isimli öykülerini severek okudum. 

Yörük Kızı, öykülerinde “Burada gerçekler, sorunlarım ve hayallerim var” diyor. 

Öykülerinin tamamını okuduğumda, Yörük Kızı’nın yaşadığı sorunları, yaşam savaşını, çelikleşmiş iradesini ve ideallerini gördüm. 

Aynı kuşak olduğumuz için aynı sorunları, aynı mücadeleyi hepimiz birlikte yaşadık. 

Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” isimli eserinde anlattığı gibi Cumhuriyet, yokluklar içerisinde kuruldu. 

Yoksul ve köylü bir toplumduk. 13 milyon olan nüfusumuzun %80’i köylerde yaşıyordu. Sanayi yoktu, enerji yoktu, alt yapımız yoktu ve en kötüsü bunları kuracak eğitimli insanımız yok denilecek kadar azdı. 

Sadece 337 doktorumuz vardı. Salgın hastalıkların devam ettiği, çoğu insanın savaşlardan yaralı döndüğünü düşünürsek ne kadar az değil mi?

İstanbul’da sınırlı elektrik vardı. Ama insanların yaşaması için ne bir park, ne bir cadde, ne bir alt yapı tesisi vardı. Su yok, kanalizasyon yoktu. Dünyanın incisi İstanbul, Avrupa’nın alt yapısı olmayan tek şehriydi. Bu alt yapıyı kurmak da yeni Cumhuriyet’e düşüyordu. 

Cumhuriyetin ilk kadroları, o muhteşem coşkusu, heyecanı beni hep büyülemiştir. Ne muhteşem insanlardı onlar… Yokluklar içerisinde özgür, bağımsız bir Türkiye kurmuşlardı. 

İlkokul yıllarında, Kurtuluş Savaşı gazilerinin bayram günleri okullarda Kurtuluş Savaşı’nın heyecanını, coşkusunu anlatması beni hep büyülemiştir. 

Kurtuluş Savaşı gazilerinin okullarda yaptığı o konuşları hatırladıkça heyecanlanırım. O insanlara olan sevgim, saygım daha da artar. 

Cumhuriyetin ilk kadroları, heyecanlı, coşkulu, azimli, çalışkan ve tutumluydu. 

Çünkü Cumhuriyet, yoksulluklar içerisinde kurulmuştu. Babalarımız yoksulluk içerisinde yetişmişti. O kıtlığın, yoksulluğun acılarını yaşamıştı. Anne ve babalarımız da İsmet Paşa gibi tutumluydular. 

Onlar tutumlu olmayı, tutumlu yaşama biçimini bizlere de benimsettiler. 

Yörük Kızı, bir öyküsünde bu durumu anlatıyor;

“Analar da ‘büyüyünce giyer’ düşüncesi vardı. Yıllarca giydiğim o üç düz bir büz el örgüsü yeleğimle kız arkadaşlarım alay ederdi. ‘Bu kış ne olur artık giyme şu üç düzünü’ diye. Okul üç yıldı ve ben inadına giydim üçüncü ve son yılımda da yeleğimi.” (Dünyaya bir daha gelsem, sf. 31)

Gençlik yıllarımızda bizler, bir giysiyi üç yıl giyerek büyüdük. Benim hanım da çocuklarına, babasının, çok büyük aldığı için, içinde kaybolduğu mantoyu üç yıl giydiğini söyler. Çocuklarımıza hangi koşullarda yetiştiklerimizi anlatmaya çalıştık.

Bir edebiyat öğretmeni olarak fen sınıfı öğrencilerine edebiyatının önemini anlatmak zorunda kalmış, bu durumu, Üç Beş öyküsünde anlatmaya çalışıyor. Öğrenciler, edebiyatın üç saatten beş saate çıkmasına isyan ediyor. 

Bizim öğrencilerimizin genel özelliği, derslere fayda açısından yaklaşmalarıdır.

Öğrencilerimiz, derslere üniversite sınavlarında çıkan soru sayısına göre bakarlar. Bu konuda kaç soru çıktı? 

Üniversite sınavlarının kültürel bir birikim, bilinçlenme olduğunu anlamak istemezler. Onlara göre, bilgi birikimi zordur. Onlar soruyu öğrenecek, sınavı başaracaklar. Ne kolay değil mi?

Keşke her şey böyle kolay olsa… 

O bilgi birikimine ulaşmayı bir türlü istemezler. 

Hiçbir ders, tek yönlü değildir. Derslerle konular birbirleriyle bağlantılıdır. Felsefe, edebiyat, tarih, matematik birbirleriyle bağlantılıdır. 

Tarih bilmeden edebiyat ve felsefe yapamazsın. Edebiyat olmadan felsefe olmaz. Felsefe olmadan edebiyat yavan kalır. 

Tarih bilinci, bilgisi olmadan felsefi düşünceleri anlamlandıramazsınız. 

Felsefe bilmeyen matematikte yeni yorumlar yapamazlar. Matematik gibi rakamların dersi, aslında bir felsefedir. Felsefe olmadan matematik olmaz. 

Her düşünce, içinde doğduğu tarihi koşulları yansıtır. Bu bağlantıyı anlatmak, oldukça zordur. 

Yörük Kızı, bu bağlantıyı nasıl zor anlattığını öyküsünde bizlere aktarıyor. Felsefe bilmeyenler, kendi alanlarında yenilikler yapamazlar. 

Felsefe, bireylerin ufkunu açar. 

Felsefe, insanın bilinenin dışına çıkarak yeni keşiflerin, yeni açılımların kapılarını açar. 

Felsefe, önyargıları yıkar, kalıpları kırar, buzları eritir, insan zihninde yeni pencereler açar. Fakat öğrenci, ‘benim üniversite sınavında başarılı olmamı sağlar mı?’ diye sorar. 

Üniversite sınavlarında başarılı olmak için belli bir bilgi birikimi ve bu bilgiyi de yorumlamak gerekir. 

Üniversite sınavlarının öğrencilerin aradığı bir anahtarı yoktur. Bunu bilirler ama hep o anahtarı ararlar. 

İşte felsefe, bu bağlantıyı kuran bilgidir. 

Yörük Kızı’nın farklı öykülerinde anlattığı özlem aynı: okumak, aydınlanmak ve başarmaktır. 

Atatürk’ün açtığı aydınlık yolda, çağdaş yaşam biçimine bitmeyen özlem…

Tanıdığım Yörük Kızı, inanmış bir Atatürkçüdür. 

Atatürk hayranıdır. 

Yörük Kızı, hep sorunlarla karşılaşmıştır. Yeni işlere başlayanlar, atılım yapanlar daima sorunlarla karşılaşırlar. Bu sorunlar karşısında cesur ve kararlı tavrını hep devam ettirmiş. Okulda da aynı tavrını devam ettirirdi. En yaramaz sınıf, en yaramaz öğrenci onun demir disiplini karşısında yola gelirdi. Bu konuda erkek öğretmenlerden çok daha başarılıydı. 

Bu saygıyı, bu disiplini dayak, küfür ve hakaretle değil, tavırlarıyla sağlardı. 

Kızını da kendisi gibi yetiştirmiş, başarılı bir eğitim sonunda KBB dalında Uzman Doktor yapmıştı. 

Yörük Kızı için emeklilik yok, aydınlanma, araştırma ve insanları aydınlatmaya bıkmadan usanmadan devam etme vardır.  

Yörük Kızı’na göre, dünya öyle bir yer ki, burada örümcek bile sürekli yatıp uyumaya karşı çıkar ve bir yıldıza ağ kurmak gerekse bile bunu yapma yolunda ölebilir. 

Öykülerini zevkle okuduğum ve çok şey öğrendiğim, anılarımı tazelediğim Yörük Kızı’ndan bakalım ne çalışmalar göreceğiz…

Onun oturacağını, çalışmadan duracağını hiç sanmıyorum.

O, kendi dünyasında yeni arayışlarına devam edecektir…

Yeni ürünler verecektir. 

Teşekkürler Yörük Kızı, eline, diline ve kalemine sağlık…

Günümüz olaylarını daha iyi anlamak…

28 Aralık 2013, 09:53

Bugünlerde önemli olaylar yaşıyoruz. 

Bu olayları değerlendirmek, yorumlamak için de belli bir psikoloji bilgisi gerekiyor. 

Şimdi diyeceksiniz yolsuzluğun, rüşvetin psikolojiyle ne alakası var? Ama toplumsal olaylar, birbirleriyle ilişkilidir. Biri diğerinin var oluş sebebidir. Bunları açıklamak için de bilimsel bilgi gerekir. 

Bilimsel bilgiye sahip olan insanla, sıradan insanların olayları açıklama şekli de farklıdır.  

Tüm bunları var eden de biz insanlar değil miyiz?

Haksızlık da, adaletsizlik de, yolsuzluk da insan kaynaklıdır. Sorunların sebebi de çözümü de insandır.

İnsanın davranışlarını belirleyen de algılarıdır. 

Algı yaşantımızda edindiğimiz duyusal uyarıların örgütlenip yorumlanmasıdır. 

Bu yorumlama da kişiden kişiye farklılık gösterir. Örneğin; giyime düşkün olan bir kişi konsere gittiğinde şarkıcının söylediği şarkıdan çok onun giysilerini izler. 

İzlediğimiz spor karşılaşmalarında taraftarı olduğumuz takımın aleyhindeki kararları asla kabullenmeyiz. Siyasi konuşmalarda beğendiğimiz lider hep haklıdır. 

Çevremizde olup bitenleri farklı algılarız.

Asla objektif olamayız, işin garibi de, objektif olduğumuzu sanırız.

Zihinsel tutumumuz içinde bulunduğumuz koşullar, yetişme tarzımız, inançlarımız, algılarımız davranışlarımızı ve görüşlerimizi belirler.

Davranışlarımızı belirleyen algılama kapasitemizdir. 

Kadınların ve erkeklerin olaylardan etkileniş biçimleri beden dilleri de farklıdır. 

Erkekler koltuğa yayılarak, kadınlar bacaklarını birleştirerek derli toplu otururlar. 

Kadınlar kesik kesik, erkekler uzun süreli bakarlar. Kadınlar saçlarıyla, erkekler taktığı aksesuarlarla (Kravat, yüzük, kolye, kemer, saat vb.) ilgilenirler.

Peygamberimizin en çok ettiği dualardan biri, “Ya Rabbi, bana eşyayı olduğu gibi göster” olmuştur. Çünkü pek çok şey görüldüğü gibi değildir. Algı, dış dünyanın duyular yoluyla öznel bir biçimde aktarılmasıdır. Öznel, yani kişisel bir aktarımdır. Kişiden kişiye değişir. 

Eşyaların algılanmasında ışığın yansıması, değer yargılarımız içinde bulunduğumuz ruhsal durum etkili rol oynar. 

Algı, sadece duygusal bir işlev değil, aynı zamanda zihinsel bir değerlendirmedir. 

Descartes; “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüyle algının duygusal yönünü reddeder, algıyı sadece zihinsel bir olay olarak kabul eder. Bu durum, büyük filozofun yanılgısıdır, belki de o günün bilgi eksikliğidir. 

Algıyı bilimsel olarak inceleyen Gestaltçı psikologlar, gerek eğitim, gerekse moda alanında devrim niteliğinde gelişmeleri başlatmışlardır. 

Algılarımızda, ihtiyaçlarımız etkilidir. 

Gecekondu semtinde dolaşan politikacı, iş adamı, turist gördüklerini farklı algılar. 

Politikacı alacağı oyları, iş adamı kazanacağı parayı, turist ise insanların yaşam koşulları ile ilgilenir. Bu duruma algının seçiciliği diyoruz. 

Görüldüğü gibi olaylar karşısında etkileniş biçimlerimiz de farklıdır. 

Maç izleyen fanatik bir taraftar, asla tarafsız değildir. Zihinsel tutumu buna engeldir. Tuttuğu takımın yaptığı her davranış ona göre haklıdır. Onun tarafsız olmasını beklemek sadece bir yanılgıdır. 

İspanya'da boğa güreşini seyreden bir İspanyol, matadorun becerisini, cesaretini algılar. Matadorun boğaya sapladığı her zıpkın, boğada fışkıran kan, İspanyollara zevk ve heyecan verir. Aynı boğa güreşini seyreden bir İsveçli, sadece acı ve üzüntü duyar.  

Algılarımızın oluşmasında geleneklerimiz, yaşam biçimimiz, değer yargılarımız, inançlarımız, bilgi ve bilinç seviyemiz etkilidir. Aynı giyim şeklini, aynı futbol maçını, aynı politikacıyı farklı algılayabiliriz. Tüm bu durumların belirleyicisi de algılama kapasitemizin farklı olmasıdır. 

Küçücük çocuğunu döven anne-baba çocuğuna iyilik ettiğini sanır. Ergenlik çağına yeni girmiş 12 yaşındaki kız çocuğunu, başlık parası adı altında evlendiren anne ve babanın hiç vicdanı sızlamaz, çünkü gelenek öyledir. Gelmiş geçmiş en ilkel yönetimlerden biri olan Taliban yöneticisi Molla Ömer de, 13 yaşındaki kızını 65 yaşındaki Bin Ladin’e dördüncü eş olarak vermekte bir sakınca görmedi. O çocuğun duygularını, düşünme gereği bile duymadı. Örneklerde de görüldüğü gibi olayları farklı biçimde algılarız. Bazen olayları gözleyerek, bazen de duyumlarımıza göre yorumlarız. 

Her olayda, her siyasi konuşmada, her spor karşılaşmasında farklı etkileniriz. Bir Trabzonspor taraftarı için sadece Fenerbahçe galibiyeti önemlidir. Sıradan bir takıma uluslar arası turnuvada elenmek o kadar önemli değildir. 

İnsanların olayları bu şekilde değerlendirmeleri, insan olmanın bir zaafıdır. Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Yenilgileri başarıları aynı şekilde algılayamayız. Onun için bu duruma da saygılı olmalıyız. Yeter ki çevremize, başkalarına zarar verip, yıkım ve tahribat yapmayalım.

Yıkmak kolay, yapmak zordur. Psikologlara göre ergenlik çağında kız-erkek, her genç başarının hazzını yaşamalıdır. Başarının hazzı muhteşem bir duygudur, bu durumu öğrencilerimde çok gözledim ve hayranlıkla izledim. Not önemli değildi, yüzlerinde başarmanın anlatılmaz mutluluğu vardı. Gençlere bu duyguyu yaşatmalıyız. 

Belki de günümüzdeki en büyük eksiklik, gençlere başarabilmenin güzelliğini yaşatamıyor olmamızdır. Bunu başarabilsek, gençlerimiz daha mutlu, daha uyumlu bireyler olur. 

Bir eser yaratmak, muhteşem bir hazdır. Süleymaniye'yi yaptıktan sonra içine bağdaş kurup nargile içen Mimar Sinan'ın yaşadığı hazzı kaç insan yaşamıştır? Mimar Sinan’ın eserini seyretmesi, cahil halk tarafından padişaha yan gelip yatıyor, caminin yapımını geciktiriyor diye jurnal edilmiştir. Oysa Sinan, o anda caminin ses düzeni kontrol ediyordu. 

Mehmet Akif’in de söylediği gibi; ‘Süleymaniye’yi vasıfsız bir amele yıkar, fakat onu yapmak için bir Sinan gerekir’ 

Yıkmak kolay, yapmak zordur.

Yıkmak, insana huzursuzluk ve mutsuzluk, yapmak haz ve heyecan verir.

Olaylardan farklı etkileniriz, olayları farklı yorumlarız. 

İnsan sayısı kadar farklı algı ve yorum sayısı var. 

Leyla ile Mecnun hikâyesi bu durumu en iyi anlatan örneklerden biridir. ‘Mecnun, Leyla’nın aşkından deli olup çöllere düşer. 

Devrin padişahı, Leyla’nın güzelliğini merak eder. 

Leyla’nın bulunarak huzuruna getirilmesini emreder.

Leyla’yı bulup padişahın huzuruna getirirler. 

Padişah, kara kuru Leyla’yı dikkatle süzüp inceler. Sonra da hayretle ‘ Mecnun’un aşkından deli olup çöllere düştüğü kız sen misin?’ diye sorar. Leyla ‘Benim padişahım’ der. Padişah ‘Senin insanı delirtecek bir güzelliğin yok be kızım’ der.  Leyla ‘Benim güzelliğimi görebilmeniz için bana Mecnun’un gözleriyle bakmanız gerekir’ deyiverir. 

Örnekte görüldüğü gibi doğada tüm insanların kabul edebileceği çirkinlik ve güzellik yoktur.

Algılarımızda belirleyici olan bilgimiz, değerlerimiz, bilincimizdir.

 

YOLSUZLUK VE RÜŞVET

24 Aralık 2013, 13:08

Yolsuzluk ve rüşvet, ahlakî, ekonomik ve çok boyutlu bir sorundur. 

Yolsuzluk ve rüşvet, toplumun değer yargılarını çürütür. 

Haksız kazançtır, ahlaksızlıktır. 

Dinen haram ve günahtır. 

Yolsuzluğun olduğu toplumlarda ahlak bozulur, ekonomik çöküş başlar. Geçmiş toplumlara baktığımız zaman bunu görürüz. 

Geçmiş, geleceğin göstergesidir. Geçmişte hangi toplumda yolsuzluk ve rüşvet başlamışsa, o toplumlar da çökmüştür. 

Bunun sayısız örnekleri vardır. 

Batı demokrasileri, yolsuzluğu ve rüşveti affetmiyor. En ağır şekilde cezalandırıyor. Bu durumu yaşıyor ve gözlüyoruz. 

En son örnek Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff, bir işadamının eşinden düşük faizli özel kredi alma, bazı işverenlerin villalarında tatil yapma ve bir film yapımcısının otel masraflarını üstlenmesiyle ilgili suçlamalar nedeniyle istifa etmek zorunda kalmıştır. 

Bizim gözümüzde çok basit olan, hatta yolsuzluk bile kabul edilmeyen bu durumu, Alman kamuoyu kabul etmemiş, Cumhurbaşkanı Christian Wulff istifa etmek zorun da kalmıştır. 

Ülkemizde de yolsuzluk ve rüşvet, haftalardır gündemi meşgul ediyor. 

Bazılarına göre bu yolsuzluk, hükümeti yıpratacaktır. Bazılarına göre hiç bir şey değişmez. Bu görüşü savunanan 

Serdar Turgut’a göre, “AKP kendi ideolojisi doğrultusunda derin bir seçmen kitlesi yarattı. AKP, iktidarı boyunca bu kitlenin arzularına, taleplerine uygun uygulamalar yaptı. 

Geçmişte yolsuzluklar yüzünden iktidarların çöktüğünü görenler, bugün boşa umutlanıyorlar. Çünkü diğer hiçbir iktidar, kendi derin halkını yaratmamıştı. 

AKP, yıllar boyunca bu doğal seçmenin sayısını arttırarak bugünlere geldi.”

Serdar Turgut, bu tezi savunuyor.

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının sonuçlarının nelere yol açacağını bekleyip göreceğiz. 

Bu konuda Nazlı Ilıcak Hz. Ali ve Muaviye arasında geçen bir olayı anlatıyor:

“Bir gün Hz. Ali'nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe'den, bir Arap, devesiyle Şam'a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış: 

- Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş, Küfe'den gelen adam, "Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir" diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye'ye yansımış.

Halk meydanda toplanmış... Muaviye, Küfe'den gelenle Şam'da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:

- Bu dişi deve Şamlınındır!

Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:

- Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?

Cemaat hep birlikte bağırmış:

- Şamlınındır!

Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:

- Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe'ye dönünce gördüklerini Ali'ye anlat ve de ki: "Ey Ali, Muaviye'nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!"

Bu örnek, insanların nasıl koşullandığını, liderlerine kayıtsız şartsız itaat edeceğini, fikirlerini değiştirmeyeceğini göstermesi bakımından güzel bir örnektir. Koşullanmayı İ.Pavlov bir öğrenme şekli olrak kabul eder, bu durumu psikoloji derslerin de bireysel olarak biliyoruz. Bu şekilde toplumsalıda oluyormuş. 

Siyasetin rasyonellikten uzaklaşıp dinselleştirilmesi eleştiriyi de ortadan kaldırır. 

Seçmenin özgür iradesi ortadan kalkar. 

Eleştiri olmadan da demokrasi olmaz. 

Felsefenin, bilimin, sanatın ve siyasetin gelişim kaynağı eleştiridir. 

Eleştiri, yanlışların ve eksiklerin gösterilmesidir. Yanlış ve eksik gösterilmeden insan doğruyu bulamaz. 

Siyasetin beslendiği kaynak da eleştiridir. 

Demokrasilerde seçmenler, özgür iradeleriyle oylarını verir. 

Daha sonra memnun olmadığı zaman oylarını değiştirir, başka partilere oy verir. Buna en güzel örnek de II. Dünya Savaşı’nın en başarılı liderlerinden İngiliz Başbakanı Winston Churchill’dır. 

Churchill, dünyaya gelmiş en zalim yöneticilerden bir tanesi olan Hitler’i yenen liderdir. 

Churchill, II. Dünya Savaşı’nda büyük bir başarı elde etmiştir. Onun bu başarısından sonra, Churchill’in fazla havaya girdiğini ve onu dizginlemek gerektiğine inanan İngiliz halkı, seçim sonrasında onu iktidardan uzaklaştırmıştır. 

İngiliz halkı, Churchill’e bir ders vermek istemiş ve iradesini seçimle ortaya koymuşturr. 

Demokrasi, işte böyle bir şeydir. 

Bunun üzerine Churchill, şu sözleri söylemiştir:

“Demokrasilerde halk, tüm yanlışları denedikten sonra doğru olanı bulur.

Hiç kimse, uşağının yanında büyük adam değildir.

Propaganda gerekirse yalanla yapılır.”

Bizim demokrasimiz, elbette gelişecektir. Gelişimin önünde hiçbir güç duramaz. 

İnsanlık doğruya, güzele doğru gider. 

Tarih, insanlığın özgürlük ve insanca yaşama mücadelesidir. 

 

EĞİTİM

11 Aralık 2013, 13:11

Belki de sorunlarımızın temel nedeni, eğitimsizliktir.

Şu kış gününde kabak lastikle trafiğe çıkmak, saatli bombadan farksızdır. 

İnsanlar neden böyle tehlikeli davranışa kalkışıyorlar? İşin kötüsü bu davranışı yiğitlik, delikanlılık, cesurluk olarak görüyorlar. Yiğitlikte, cesurlukta çevresine zarar vermek var mıdır? Böylece hem kendisi, hem başkaları için tehlike oluşturuyorlar.

Çünkü bu insan, buzlu yolda ya kayacak ya da kontrolünü kaybedecektir. Bir arabaya ya da insana çarpacaktır. 

Televizyon haberlerine baktığımızda bu şekilde trafiğe çıkmış, yolu kapatmış, yolda kalmış pek çok aracı görüyoruz. Bu cehalet değil de nedir? Bunun adı eğitimsizlik.

Eğitim, bütün sorunlarımızın da temelidir. 

Eğitim, sadece iktidarın değil, aynı zamanda ülkenin bir sorunudur. 

Eğitim, hepimizi kapsayan milli bir sorundur. Uygarca yaşamın kapılarını da açan bilimsel eğitimdir. Bilimsel temelleri olmayan eğitim, insanı robotlaştırır, özgürlüğünü de elinden alır. 

Eğitime yapılan yatırım, geleceğimize yapılan yatırımdır. 

Ünlü bir söz vardır: “Geleceği düşünüyorsan, insanları eğitmelisin.”

Sağlıklı, bilimsel eğitim, geleceğimizin de güvencesidir. 

Eğitim, beşeri sermayenin kaynağını oluşturur. Beşeri sermaye, ülkelerin en değerli zenginlik kaynağıdır. 

Beşeri sermayeye sahip olan ülkeler, doğal zenginlikleri olmasa da onları kısa zamanda yaratabilirler. Örneğin Almanya II. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, taş üstünde taş bırakmamış, tüm zenginlikleri elinden alınmıştır. Binalar yıkılmış, fabrikalar sökülüp işgalci ülkeler tarafından yağma edilmiştir. Fakat Almanya, nitelikli insan gücü sayesinde kısa zamanda Avrupa’nın en gelişmiş ülkesi olmuştur. 

Bugün doğal zenginlikleri bulunan ülkelerde refah ve mutluluk yok. Bu durumu gözlüyoruz. Fakat nitelikli insanların bulunduğu ülkelerde huzur, refah ve mutluluk var. Bilimsel olmayan eğitim, toplumu imar edemez, kalkındıramaz. Toplumu kalkındıran, huzur ve refaha kavuşturan nitelikli insanlardır. 

Bunun içinde eğitimin ne olduğunu sorgulamak gerekiyor. 

Eğitim, genel anlamda bireylere istenilen davranışların kazandırılmasıdır. Bu anlamda eğitim, insanlarla birlikte hayvanlara da uygulanır. Televizyonlarda yetenek programlarında eğitilmiş hayvanların maharetlerini hayranlıkla izliyoruz. Fakat hayvanların doğasındaki yetenekler sınırlı olduğu için ancak onlara sınırlı eğitim verebiliriz. Örneğin hayvana konuşmayı, yazı yazmayı, resim yapmayı öğretemeyiz. Çünkü bu yetenekler, onların doğalarında yoktur.

İnsan doğasında biyopsişik yetenekler vardır. 

Gerçek eğitim işte bu yetenekleri ortaya çıkarabilmektir. 

İnsan, imkânlar varlığıdır. Olağanüstü nitelikler eğitimle ortaya çıkarıldığı zaman, devasa bir güç olur. 

Cılız, sıska, narin bir canlı olan insan doğaya hükmedebilir. 

İnsan, doğası gereği zayıf ve narindir. Uzun süren bir eğitim ve bakıma muhtaçtır. Hiçbir canlı insan kadar uzun süre itinalı bir bakıma muhtaç değildir. Pek çok hayvan, doğar doğmaz beslenebilir, düşmandan kaçabilir ve kendisini koruyabilir. İnsanın böyle bir özelliği yoktur. 

Bakım, eğitim bireyin kendisini yetiştirmesini ve kişilik kazanmasını sağlar. İnsanın niteliklerinin ortaya çıkıp, bilinçli bir birey olabilmesi için de bilim, sanat ve felsefe eğitimi gereklidir. 

İnsan, sadece çocuklukta değil, tüm yaşamı boyunca kendisini geliştirmeye, değiştirmeye devam eder. 

İnsan yaşamı, uzun bir süreçtir. Bu sürecin her aşamasında öğrenme vardır. Her öğrenme eğitimi de geliştirir. İnsana yeni davranışlar, yeni başarılar kazandırır. Başarılar, insanla birlikte sona ermez, nesilden nesile devredilir. Hayvanların böyle bir özelliği yoktur. Hayvanlar başarılarını devredemezler. 

İnsan başarıları kesintisiz ve uzun bir süreçtir. Bu özelliğinden dolayı da insan tarihi bir varlıktır. 

İnsanı diğer canlılardan ayırt eden böyle tarihi bir varlık olmasıdır. Tarihi olmak, geçmişi devralmak, bugünü yaşamak, geleceğe pozitif miraslar bırakmaktır. 

İnsan, eğitim sayesinde başarı ve kişilik kazanır. 

Toplumumuzda eğitim, eksik ve yetersiz.

Nüfusumuz hızla artıyor. Köyden kente büyük bir göç dalgası var. Köyden kente gelen insanlar, kentli, bilinçli bireyler olmak için çaba harcamıyor, kentin kurallarını benimsemiyor, tam tersine kenti köyleştirmeye çalışıyorlar. Onun için de İstanbul’a kent değil büyük bir köy diyenler, bizim gerçeğimizi yansıtıyorlar. 

Sorunumuz, kente gelen insanların kentin uygar yaşantısını benimsemeyip, kenti köyleştirmeye çalışmalarıdır. 

Kabak lastikle trafiğe çıkmanın da nedeni budur. Alışveriş merkezlerinde sıraya girmemek bunun basit bir örneğidir. Bankada sırada beklerken hemen birisi öne geçer ve bir mazeret uydurur. Aslında mazereti de akla uygun değildir. Ama o başkalarına saygı göstermediği, onları aptal yerine koyduğu için sıra bekleyen insanları kandırdığını sanır. Karşımızdaki insana saygı, kurallara saygı ancak uygar toplumun yaptığı davranışlardır. Biz bunları yapmadığımız müddetçe ne uygar bir toplum oluruz ne de huzur ve mutluluğa kavuşuruz. 

Bilinçli bireylerin birbirlerine olan saygısı, birlikte yaşamaya verilen önem, toplumların da gelişmişlik göstergesidir. 

 

 

AĞAÇ SEVGİSİ

18 Kasım 2013, 14:55

Uzmanlara göre, son 12 yılda kaybedilen orman alanı Moğolistan’ın yüzölçümüne eşitmiş. Özellikle İstanbul’da kapsamlı şekilde orman alanı yok edilmiş. İnternette ağaç kayıplarını gösteren kapsamlı bir harita var. Bu haritayı ben de gördüğüm de üzüldüm. 

İsteyenler internete girip, bu haritaya bakabilirler. Ormanlarımızı korumak hatta geliştirmek görevimiz. Eğer bunu yapamazsak, gelecek kuşaklara bunun hesabını veremeyiz. 

İstanbul ve Ankara gibi Türkiye’nin en büyük kentlerinde ağaç konusunda yapılan gösterileri, ağaç kesimlerini her vatandaş gibi ben de izledim. ODTÜ’de kesilen ağaçlar, aynı zamanda Ankara’nın ciğerlerini de yok etti. Fakat ağaç konusunda böyle bir yıkımın olması elbette üzücüdür. 

Kesilen ağaçlarla kentlerin ciğerleri yok ediliyor. 

Nihayet iktidar da bunu anladı ve ağaç dikmeye başladı. Bu da sevindirici bir durum…

Ağaç, yaşamın kaynaklarından bir tanesidir. 

Ağaç, güneş enerjisini kullandığı sırada karbondioksit alıp, oksijen vererek havayı temizler. Sağlıklı yaşamamıza olanak sağlar. 

Ağaç, kök sistemiyle suları tutarak sel oluşumunu, toprak kaymasını engeller. Bu bakımdan doğal felaketlerin en önemli engellerinden bir tanesi de ağaçtır. 

Karadeniz’de yapılan ağaç katliamı heyelana ve büyük felaketlere yol açıyor. Bu durumu da sıkça izliyoruz. 

Ağaç, canlıların yaşamını devam ettirebilmesi için besin zincirinin halkalarından da bir tanesidir.                     İnsanın altına oturup dinlenmek için de ağaca ihtiyacı vardır. 

Ağaçları ve çiçekleri, insan doğası gereği sever. 

Ağaç ve çiçek, insanlar da haz ve heyecan uyandırır. Bu nedenle de insanların dinlenmesi için yapılan parkların vazgeçilmez dokusunu oluştururlar. İnsan, dinlenmek ve serinlemek için daima bir ağaç altı arar. 

Ağacın önemini anlamak için toplumun gelişmesi gerekiyor. Gelişmemiş toplumlar, ağaçların değerini bilmez, ağaca önem vermez.

İnsan, bilgilendikçe, doğaya ve çevresine sahip çıktıkça ağacın ne derece önemli olduğunu daha iyi anlar.

Cehalet, yıkımdır. Bu yıkımların içinde her alanda olduğu gibi ağaç kıyımları da vardır. 

Ağaç, insanla ve insanın yaşantısıyla öylesine iç içe girmiş ki, adeta bizim bir parçamız olmuş. 

Kültürümüzün her alanında ağaçla karşılaşıyoruz. Kapımız, penceremiz, oturduğumuz sandalye, yazı yazdığımız masa, elimizdeki kalem ağaçtan yapılmıştır.

Ağaç, insan yaşamının her alanın da onun destekçisi, onun koruyucusu olmuş. Ağaç evler, diğer evlere göre daha çekicidir. 

Sanatçılar ağaç konusunda neler söylememişler ki…

Dede Korkut hikâyelerinde ağaçtan şöyle bahsedilir;

“Mekke ile Medine’nin kapısı ağaç,

Büyük büyük suların köprüsü ağaç,

Kara kara denizlerin gemisi ağaç,

Erlerin şahı, Ali’nin Düldül’ünün eyeri ağaç,

Zülfikar’ın kını ve kabzası ağaç,

Şah Hasan ile Hüseyin’in beşiği ağaç.”

Halk şairlerinin hemen hemen hepsinin ağaç sevgisi konusunda ortaya koymuş olduğu ürünler vardır. Hepsinden örnek vermek olanaksız olduğu için bazılarını örnek verelim. 

Nazım Hikmet’in şu dizelerinde ağaç ne güzel anlatılıyor;

“CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, 

Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. 

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 

Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 

Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, 

Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. 

Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. 

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. 

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. 

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. 

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.”

Nazım Hikmet, vasiyetinde mezarının bir çam ağacı altında olmasını istemiştir. 

İçkiyi çok seven Cahit Sıtkı Tarancı ‘Haydi Abbas’ şiirinde rakı masasının ağacın altına kurulmasını ister. 

“Haydi Abbas

Haydi Abbas, vakit tamam;

Akşam diyordun işte oldu akşam.

Kur bakalım çilingir soframızı;

Dinsin artık bu kalp ağrısı.

Şu ağacın gölgesinde olsun;

Tam kenarında havuzun.

Aya haber sal çıksın bu gece;

Görünsün şöyle gönlümce.

Bas kırbacı sihirli seccadeye,

Göster hükmettiğini mesafeye

Ve zamana.

Katıp tozu dumana,

Var git,

Böyle ferman etti Cahit,

Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;

Yaşamak istiyorum gençliğimi baştan.

Orhan Veli’nin ‘Ağacım’ şiirindeki şu dizeleri ne hoş değil mi?

“Ağacım

Mahallemizde

Senden başka ağaç olsaydı

Seni bu kadar sevmezdim.

Fakat eğer sen

Bizimle beraber

Kaydırak oynamasını bilseydin

Seni daha çok severdim.

Güzel ağacım!

Sen kuruduğun zaman

Biz de inşallah

Başka mahalleye taşınmış oluruz.”

Karacaoğlan’ın şu dizelerine ne demeli;

“Ağacın Eyisi Özünden Olur

Ağacın eyisi özünden olur 

Yiğidin eyisi sözünden olur 

İl için ağlayan gözünden olur 

Ağlama hey gözü yaşın sevdiğim 

Yavrı keklik gibi kaynar eğlenir 

Mis kokulu yağlar ile yağlanır 

Sabah akşam türlü yazma bağlanır 

Eğip geçer yeşil başın sevdiğim 

Karacaoğlan der ki hoşça salınsın 

Dursun yol üstünde bacı alınsın 

Çözüver düğmeni göğsün görünsün 

Nokta nokta benli döşün sevdiğim.”

Ağaç konusunda kültürümüzün her alanında örneklere rastlayabiliriz. 

Manilerde, tekerlemelerde, atasözlerinde ağaca rastlarız. 

Ağaçla ilgili atasözleri; 

Ağaçtan maşa, aptaldan paşa olmaz.

Ağacı kurt, insanı dert yer.

Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür.

Ağacın meyvesi olunca, başını aşağı salar.

Ağaç yeşert meyve getirsin, oğlan büyüt ekmek getirsin.

Ağaçla ilgili özdeyişler; 

“Birileri bugün gölgede oturuyorsa, uzun zaman önce birileri ağaç ektiği içindir.” 

Warren Buffet

Ağaç konusunda Nietzsche’nin bir sözüyle konuyu bitirelim;

“İnsan da ağaca benzer. Ne kadar yükseğe ve ışığa çıkmak isterse o kadar yaman kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinliğe, kötülüğe…”

Bu çılgın filozof ne diyor acaba? 

 

UYGARCA YAŞAMIN TEMELLERİ KARMA EĞİTİMLE ATILIR

13 Kasım 2013, 14:32

“Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,

Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde.

Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,

Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde.

                                                             Hacı Bektaş-ı Veli

Günümüzün toplumsal yaşamını kadın ve erkek birlikte kurguluyor. 

Kız-erkek yıllarca birbirlerinden ayrı kaldığında daha sonraki yaşamlarında sağlıklı iletişim kuramıyorlar. 

Kadın ve erkek eşitliğinin, uygarca yaşamanın, sağlıklı üretimin temelleri karma eğitimle atılır. Ne acı ki bu durumu hala anlamayan insanlarımız var. 

Hızla değişen bir dünyada yaşıyoruz. Cinsiyet, ırk ve inanç ayrımına günümüz dünyasında yer yok. Bunu elbette savunanlar var ama bunu savunan toplumların durumları içler acısı. 

Kadın-erkek, sokakta, mahalle de, pazarda, markette ve siyasette birlikte vardır. 

Hatta kadın erkek birlikte olmazsa nesil bile devam etmez. Neslin devam etmesi için bunların birlikte olması gerekir. 

Karma eğitimin önemi, düşündükçe daha iyi anlaşılıyor. Cinsiyet ayrımı yapan toplumlara baktıığımız zaman üretim yetersiz, hukuk yok, bireysel hak ve özgürlüklerden yoksun yaşadıklarını görürüz. 

Temel hak ve özgürlükler, insanı insan yapan, insanı yücelten değerlerdir. Özgürlüğün olmadığı bir yerde bireyler, yeteneklerini de gerçekleştiremez. Baskı altındaki bireyler, öz değerlerini, kişilik özelliklerini ve yeteneklerini sergileyemez. 

Felsefi, bilimsel ve sanat eserlerinin özgür bireylerin bulunduğu toplumlarda ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Çünkü bilim, sanat, felsefe ancak özgür iklimler de gelişme ve yaşama olanakları bulur. Bugün karma eğitime karşı çıkanların neden çıktıklarının hesabını vermeleri gerekir. 

Sosyoloji biliminin kurucularından E. Durkheim’a göre, “Alışkanlıklar, belli koşullardan doğar, koşullar ortadan kalkar fakat alışkanlıklar yaşantımız da devam eder.”

Uzun çocukluk, gençlik yıllarında bireylerin kazandığı alışkanlıklar, daha sonraki yaşantısın da belirleyici rol oynar. Çocukların ve gençlerin karşı cinsiyetle kurmuş olduğu sağlıklı iletişim, daha sonraki yıllarda olumlu sonuçlar verir. Uzun yıllar karşı cinsle sağlıklı iletişim kuramayan bireyler, daha sonraki yıllarda da bunun sıkıntılarını yaşarlar. 

Kişilik, bireyin kendine özgü ayırt edici vasıfların toplamıdır. 

Kişilik özelliklerimiz kendiliğinden oluşmaz. Yaşantılarımızın bir ürünüdür ve insanlarla ilişkilerimiz sonunda oluşur. 

Mizaç, doğuştan gelir fakat kişilik sonradan oluşur. Bireyler, yaşamı boyunca hem çevresindekilerden etkilenir hem de çevresindekileri etkiler. 

Bireyler, içinden gelerek karşı cinsle karşılaştığı zaman kendilerini derleyip toparlama gereksinimi duyarlar. Bu durumu öğretmenlik yıllarım da gözleyerek daha iyi anladım. 

İlk öğretmenliğe İvriz Öğretmen Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeni olarak başladım. İvriz Öğretmen Okulu’nda erkekler yatılı, kızlar ise gündüzlü okuyordu. Yatılı erkek öğrenciler, hafta sonların da  ve tatil günlerin de kılık kıyafetlerine pek dikkat etmezdi. Disiplini seven öğretmen ve idareciler de çok çalışmalarına rağmen bu düzeni sağlayamazdı. 

Okulun açıldığı gün ise hepsi banyo yapar, tıraş olur, saçlarını tarar, okul pencerelerinden salkım salkım sarkarak kız arkadaşlarını beklerlerdi. 

Onları hiç bir güç, tedbirli, düzenli ve böyle bakımlı yapamazdı. Öğrencileri böyle bakımlı ve düzenli yapan, bekledikleri kız arkadaşlarıydı. 

Onlara güzel, bakımlı, temiz gözükmek için hiçbir masraftan kaçmazlardı. 

Erkek olsun, kız olsun karşı cinsin karşısına çıkarken giyimine, kuşamına, davranışlarına özen gösterir, derlenir, toparlanır. Bu davranışı içlerinden gelerek yaparlar. 

Eğer kız ve erkek birbirlerinin karşısına daha bakımlı, derli, toplu, temiz olarak çıkıyorlarsa bunun neresi kötü? Bugün Türkiye’de en bakımsız ve pis yerler, kahvehanelerdir. Kızlı erkekli kahveler daha temiz, daha bakımlıdır. 

Haftalardır Türkiye, kızlı erkekli yaşamayı tartışıyor. Sanki böyle yaşayanlar varmış gibi. 

Dindar ve muhafazakâr olan ülkemiz de böyle yaşayanları ben görmedim. Gören olduğunu da sanmıyorum. Bizim geleneksel yaşantımızın dışına çıkmış çok uç ailelerin çocukların da belki özenti olarak vardır. 

Bugün gençlerimizin “kızlı erkekli”  neler yaptıklarını merak eden, birbirlerine soran pek çok insanla karşılaşıyoruz. Bunlar, yapay tartışmalar. Ne Türkiye’nin sorunu, ne de birey olarak bizlerin sorunu. İnsan kendi kendine burada yapılmak istenen ne diye soruyor. 

Bu tartışma, toplumda ve hükümette bazı sorunlara da yol açtı, açması da gayet doğal. Çünkü suni ve gereksiz bir tartışma. O sorunları hep birlikte görüyoruz. Fakat gençlerimizin kafalarını karıştırdı. Gençleri zan altında bıraktı. Üniversite de çocuk okutan anne babalar, haklı olarak tedirgin oldu. 

Türkiye’nin göz bebeği üniversiteli gençlerimizi ve onları bin bir fedakarlıkla okutan anne ve babaları tedirgin etmeye, üzmeye hiç kimsenin hakkı yok. 

Üniversiteler, Türkiye’nin göz bebeğidir. Her genç, üniversiteye giremiyor. Girenler de destek olmak görevimiz. Çünkü geleceğin Türkiye’sini onlar kuracak. Türkiye onların omuzların da yükselecek. 

Bir ülke kendi beyinlerine, değerlerine sahip çıkmak zorundadır. Onlara bizler sahip çıkmaz, kafalarını karıştırırsak elbette sonuç hem onlar, hem de ülkemiz için olumsuz olacaktır. 

Politikacılar, sadece kendi çıkarlarını, kendi seçmenlerini düşünüyor. Ülkenin menfaatlerini düşünmek gerekiyor. Ülke menfaatlerini düşünen politikacıları özlüyoruz. 

Aslına bakılırsa, “kızlı erkekli gençlik” konusunun gündeme getirilmiş olması, siyaset dünyamızın koskoca insanlarını daha yapıcı davranmaya, eksiklerini, yanlışlarını ortaya dökmelerine sebep oldu. 

18 yaşını doldurmuş bir genç, davranışlarının hesabını kendisi vermeli, yaptıklarıyla da yüzleşmelidir. Eğer davranışlarının hesabını veremiyorsa, kendi davranışlarını sorgulayıp daha akılcı bir yol izleyemiyorsa o gençte bir sorun var demektir. 

Tarih, bireylerin özgürlük mücadelesidir. Baskıyla, zorla yaptırılan hiçbir iş, başarılı sonuçlar vermez. 

Bireyler, kendi davranışlarını, yaşantılarını akıl süzgecinden geçirmeli, toplumun değer yargılarına uygun hareket etmelidir. 

Bu toplum da yaşadığımıza göre, bu toplumun değerleriyle barışık olmak da gerekir. Ama kendimizi yenileyip, geliştirmek de görevimizdir.

Tarihimize baktığımızda her türlü yenilik, zorla bastırılmıştır.

İlk defa askerlerine üniforma giydiren III. Selim’in askerleri, Boğaz Nazırı Mahmut Paşa ve yanındaki askerleri, gavur elbisesi giydikleri için Kabakçı Mustafa ve arkadaşları tarafından linç edilmiştir. 

Daha sonraki gelişmelere baktığımız da toplumu geri götüren bu tür sayısız hareketler olmuştur. 

Bu duruma pek çok örnek verebiliriz. Fakat yerimiz sınırlı…Bir toplum da kadının yeri, toplumun gelişmişlik düzeyini yansıtır. Toplumumuz da bir sorun var ki, sürekli bu konuyu tartışıyoruz.           

 

TÜM LİDERLERİN EN BÜYÜĞÜ ATATÜRK

5 Kasım 2013, 14:27

Serdar Turgut’un bildirdiğine göre, ABD’li Psikiyatri Profesörü Arlond Ludwig, 2 bin etkin lider hakkında 18 yıl süren bir araştırma yapmıştır. 

Bunlardan 377 devlet adamı/lider tespit etmiş ve ayırmıştır. 200 kriteri bu 377 lidere tek tek uygulamış, sonra da 1’den 31’e kadar puan vermiştir. 

Siyasi büyüklüğün ölçütü olarak tanımladığı bu sıralamaya göre, Roosevelt 30, Lenin 28, Nehru 25, Castro 23, Churcill 22, Kenedy 15, Golda Meir 12 puan almıştır. 

31 puanı alan tek ve en büyük lider olarak Atatürk seçilmiştir.

Biz biliyoruz ama tarafsız bir bilim adamının tamamen bilimsel çalışmalarında bu gerçeği tespit etmiş olması sevindiricidir. 

Atatürk, yokluklar içerisin de bir Cumhuriyet kurmuş, toplumu Orta Çağ karanlığından çıkararak bilimsel kurum ve kuruluşlarıyla modern bir ülke yaratmıştır. Sahp olduğu gücü de toplumumuzun daha iyi, daha çağdaş olması için kullanmıştır. 

Atatürk, bizler için özgürlüğün, bağımsızlığın, gelişimin ve bilimsel düşüncenin yoluna açan liderdir. Onun izlediği yöntemler, koyduğu ilkeler öylesine güçlü, öylesine uzun solukludur ki tüm engellemelere karşın Türkiye Cumhuriyeti’ni günümüzde de doğal zenginlikleri olmamasına rağmen, kendisini bilimsel eğimle yetiştiren insan gücü ile İslam ülkelerinin en moderni yapmıştır. 

Hiçbir İslam ülkesi, Atatürk gibi büyük ve güçlü lider çıkaramamıştır. İslam ülkelerindeki hiçbir lider, Atatürk gibi gücünü bilimsellik ve çağdaşlıktan yana da kullanmamıştır.  

Atatürk’ün devrimleriyle toplumun çağdaşlaşmasını istemeyen, engelleyen güç odakları hep olmuştur. Bu engellemeler, gerici güçler tarafından yapılmıştır. 

Toplumun aydınlanmasını, çağdaşlaşmasını istemeyen bu güçler, 90 yıllık Cumhuriyet’in her döneminde engeller ortaya koymuştur. 

Atatürk, kurmuş olduğu Cumhuriyetle bizlere çağdaş bir yaşamın ilkelerini getirmiştir. Türk toplumunu, modern bir toplum yapmak istemiştir. 

Din adamlarının bilimsel olarak eğitilmesi için İlahiyat Fakülteleri’ni kurmuştur. Toplumu din istismarcılarından korumak istemiştir. Bugün İslam dünyasın da en yetkin din adamları, sadece ülkemizde İlahiyat okuyan din bilginleridir. 

Atatürk, bu çalışmalarına karşı çıkanlara elbette baskı uygulamıştır. Bu baskı, bir diktatörlük olarak görülmemeli, gelişmeye engel olanları etkisiz hale getirmek olarak düşünülmelidir. 

Atatürk, çağın koşullarına uygun bir yaşam biçimine ulaşmayı hedeflemiştir. Çağdaşlaşmanın, modernleşmenin, bilimselleşmenin önünde Orta Çağ kalıntısı olan, gelişimi engelleyen kurumların, değerlerin ortadan kaldırılması için çalışmıştır.

Atatürk, kurmuş olduğu yeni Cumhuriyet’in karşıt güçler tarafından engellendiğini ve engelleneceğini daima öngörmüştür.

Atatürk, 16 Temmuz 1921’de, Türkiye'nin eğitim işlerinin bir programını hazırlamak amacıyla Ankara'da toplanan “Eğitim Kongresi”ni açılış konuşmasın da özellikle şu noktaları vurgulamıştır:

“Yüzyıllar süren derin bir yönetsel savsaklamanın devlet yapısında yol açtığı yaraları iyileştirmek için harcanacak emeklerin en büyüğünü hiç kuşkusuz eğitim ve ekin alanında göstermemiz gerekir...

Ancak geniş ve yeterli koşul ve araçlara sahip oluncaya değin geçecek savaş günlerinde bile yetkin bir dikkat ve özenle işlenip çizilmiş bir ulusal eğitim programı ortaya koymaya ve var olan eğitim örgütümüzü bugünden verimli bir etkinlikle çalıştıracak temelleri hazırlamaya bütün gücümüzle çalışmalıyız.

Şimdiye değin izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin ulusumuzun gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim programından söz ederken eski dönemin boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı düşüncelerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen her türlü etkilerden tümüyle uzak, ulusal ve tarihsel karakterimize uygun bir ekini anlatmak istiyorum. Çünkü ulusal dehamızın gelişimi ancak böyle bir ekinle sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı ekini, şimdiye değin izlenen yabancı ekinlerin yıkıcı sonuçlarını yineleyebilir. Ekin (düşünsel yol, töre) ortamla ilişkilidir. O ortam ulusun karakteridir.

Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çatışan tüm yabancı öğelerle mücadele gereği ve ulusal düşünceleri her şeyi bir yana bırakarak, her karşı düşünce önünde şiddetle ve özveriyle savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni kuşağın bütün ruhsal güçlerine bu niteliklerin ve yeteneğin mal edilmesi önemlidir. Sürekli ve korkunç bir mücadele biçiminde beliren uluslararası yaşamın felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her ulus için bu nitelikleri şiddetle istetmektedir.

İşte biz bu kongremizden yalnız, çizilmiş eski yollarda basitçe yürümenin biçimi üzerinde düşünce alışverişinde bulunmayı değil, belki belirttiğim koşulları yerine getiren yeni bir sanat ve hüner yolu bulup ulusa göstermek ve o yolda yeni kuşağı yürütmek için kılavuz olmak gibi kutsal bir hizmet bekliyoruz.”

Mustafa Kemal, 27 Ekim 1922'de Bursa'da öğretmenlere seslenen konuşmasında laik öğretimin gerekçelerini açıklamayı şöylece sürdürmektedir:

“Bir toplumun hastalığı ne olabilir? Ulusu ulus yapan, ilerletip aydınlatan güçler vardır: düşünce güçleri ve toplumsal güçler...

Düşünceler anlamsız, mantıksız uydurmalarla dolu olursa, o düşünceler hastalıklıdır. Bunun gibi toplumsal yaşam, akıl ve mantıktan yoksun, yararsız ve zararlı bir takım inançlar ve geleneklerle dolu olursa kötürüm olur.

Önce düşünce ve toplum güçlerinin kaynaklarını temizlemekle işe başlamak gereklidir. Ülkeyi, ulusu kurtarmak isteyenler için, yurt sevgisi, iyi niyet, özveri en zorunlu olan niteliklerdendir... Ama bir toplumu çağın gereklerine göre ilerletebilmek için, bu nitelikler yetmez; bu niteliklerin yanında bilim ve teknik gereklidir.

Bilim ve teknik girişimleri (için) okul gereklidir. Okul adını hep birlikte saygıyla, ağırlayarak analım. Okul, genç kafalara, insanlığa saygıyı, ulus ve ülkeye sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir... Bağımsızlık tehlikeye düştüğünde onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en iyi yolu belletir...  Ülke ve ulusu kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları gerekir. Bunu sağlayan okuldur...

Ulusu yetiştirmek için asıl olan okullarımızın, üniversitelerimizin kurulmasında bilim ve teknik ilkelerini kılavuz yapacağız... Ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında, düşünce eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve teknik olacaktır... Okulun vereceği bilim ve teknik sayesindedir ki Türk ulusu, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün güzel yaratımlarıyla gelişir.

Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak böylece olur... Bence (eğitim) programımızın temel noktaları ikidir:

1- Toplumsal yaşamımızın gereksinimlerine uyması

2- Çağın gereklerine uygun düşmesi.

Hiçbir mantıksal kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inançların korunmasında direnen ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz. İlerlemede kayıtları, koşulları aşamayan uluslar, yaşamı akla uygun ve işlemsel olarak gözlemleyemez. Yaşam felsefesini genişliğine gören ulusların egemenliği ve tutsaklığı altına girmeğe mahkûmdur.

Hanımlar, beyler! İtiraf edelim ki biz üç buçuk yıl öncesine değin cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı.   Dünya bizi temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk yıldır, tamamıyla ulus olarak yaşıyoruz.” (Prof. Dr. Özer Ozankaya, Atatürk ve Laiklik, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sf 202-204)

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’te yaşamak, bir ayrıcalıktır.

O’nun bağımsızlık, özgürlük ve çağdaş yaşama olan özlemi, bizlerin ve çocuklarımızın yolunu aydınlatacak ışıktır. 

Böyle bir liderimiz olduğu için gururluyuz…

O’nun anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. 

KURBAN

14 Ekim 2013, 21:19

 

 

 

 Kurban evrensel bir gelenektir. Kurbanın tarihi insanlık tarihi kdar eskidir. Biraz incelendiğinde bütün dönemlerde ve dinlerde kurbanın var olduğunu görüyoruz. İnsanlar, tarih boyunca değişik nedenlerle hep adaklar adamış, kurbanlar kesmiştir. Tabi kurbanın en önemli nedeni dinseldir. Bütün dinlerde Tanrı'ya duyulan hayranlık, korku, şükretmek gibi nedenler kurban olayının gerçekleşmesinde etkili olmuştur.                                                    Prof. dr. Murat Yurdakök bu konuda özgün çalışmalar yapmıştır. Işığa doğru isimli eserinde anlattığına göre; Kurban sözcüğü de Arapçada Allah'a yakın olmak, yaklaşmak anlamına gelen “Karube” kökünden türetilmiştir. İbranicede de “Gorban” aynı anlama gelir. Sözcüğün Latincesi “Sacrifice” de Tanrı'ya yakın olmaktır. Kurban, ilahi manada yaşamın kaynağına dönmektir. İlkel kabilelerde kurban, ürünleri bereketli kılmak, ürünü arttırmak, felaketlerden korunmak için de kesilmiştir. Bu tür törenlerde kurbanın eti, kabile üyeleriyle birlikte yenilir, böylece insanlar arasında ruh ve gönül birliği sağlandığına inanılırdı. Gönül birliğinin sağlanması için kurban etinin birlikte yenilmesi, paylaşılması esastır. İnsanlığın en eski mitolojilerinden biri olan Hint mitolojisine göre, ilk insan(Pruşa) kurban sonunda ortaya çıkmıştır. Hinduizm'de kurbanın özel yeri vardır. Kurban, evrenin yaratıcı gücüdür. Tanrıların gücü de kurbanlardan gelir. Hinduizm'in içinden çıkmış olan Budizm, kurban konusun da Hinduizm'den ayrılır. Budizm'in kurucusu Hint Prensi Sitharta Otama 29 yaşında kendi sistemini oluşturmak için yola çıkar. İnsanların çektiği acıları ve bu acılardan kurtuluşun çarelerini arar. Budizm, sevecenlik, erdem, sevgi, tutku, haksızlık yapmama, insan ilişkilerinde saygıyı, nezaketi, konukseverliği, cömertliği esas alır. Yalnızlık içinde aşırılıklardan kaçınmak, kendi özüne dönmek, kendini doğrulamaktır. Budizm'in özü, öldürmemek, hiçbir canlıya ne olursa olsun zarar vermemektir. Budizm'in tenasüh(ruh göçü) anlayışına göre, bugün hayvan olan daha sonraki hayatta insan, insan olanın da hayvan olarak tekrar dünyaya gelineceğine inanılır. Onun için de, hayvanların incitilmemesi gerekir. Tüm bu nedenlerden dolayı Budizm'de kurban yoktur. Eski İran dinlerinde kurban edilen boğanın eti, kutsanmış, ekmek ve şarapla birlikte yenilirdi. Sabi kavimlerinde güvercin, koç da kurban edilirdi. Mısırlılarda boğa, öküz, kuzu ve oğlak kurban edilirdi. Bunun yanında özel durumlarda bakire kızlar, Nil Nehri'ne atılarak kurban edilirdi. Bu adet, Hz. Ömer'e kadar devam etmiş, Hz. Ömer, bakire kızların kurban edilmesini yasaklamıştır. Eski Yunanlılar ve Romalılar da açlık, kuraklık, salgın hastalık vb. felaketlerden korunmak için hayvan kurban edilirdi. Kurban eti, kutsanmış şarapla birlikte yenilirdi. Astekler ve Mayalar da ürünlerin bereketi olması için kurban keserlerdi. Moğollar da ise, önemli şahsiyetlerin ardından ona hizmet eden insanlar da kurban edilirdi. Onun için Cengiz Han'la birlikte binlerce asker kurban edilmiştir. Kurban edilen bu insanların öbür dünyada ona hizmet edeceklerine inanılırdı. Eski Türklerde Moğollar da olduğu gibi insan kurban etme geleneği yoktur. Tükler, daha çok at, koyun, öküz, deve, geyik gibi hayvanları kurban ederlerdi. Cahiliye döneminde Mekkeliler, Allah ile kendileri arasında arabuluculuk yapması için putların önünde deve, sığır, koyun ve keçi kurban ederlerdi. Araplar da cahiliye döneminde bir deve, beş defa doğurunca eğer beşinci yavrusu da erkek olursa onu kurban ederler, etini de sadece erkekler yerdi. Eğer dişi olursa bu yavrunun adak olduğunu belirtmek üzere kulağı yarılırdı. Böyle kulağı yarık hayvanlara bahire denilirdi. Bu hayvanın sütü içilmez, binilmezdi. Deve ve koyunun ilk doğurduğu yavruya fera denilir, hayvanın bereketli olması için de o yavru kurban edilirdi. Böylece bereketli nesillerin artacağına inanılırdı. Bu olay, Recep ayının ilk haftasında gerçekleşirdi. Kurban geleneği, Tevrat'a göre, Hz. Âdem'le başlamıştır. Tevrat, bu konuda şöyle der: “… ve çiftçi olan Kabil, toprağın semeresinden Rabbe takdime getirdi, ve koyun çobanı olan Habil, kendisi de sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından getirdi. Ve Rab Habil'e onun takdimesine baktı, fakat Kabil'e ve onun takdimesine bakmadı. Ve Kabil, çok öfkelendi… Kardeşi Habil'e kalktı, onu öldürdü. (Tekvin 3-8) Kabil'in kurbanının neden kabul edilmediğini kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır: “… (Hz. Âdem'in iki oğlu) birer kurban sunmuştu. Birisininki(Habil'inki) kabul edilmiş, diğerininki(Kabil'inki) kabul edilmemişti. Kabul edilmeyen 'And olsun seni öldüreceğim' deyince kardeşi 'Allah ancak sakınanların takdimesini kabul eder' demişti… Kardeşini öldürmek de nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu.”(Maide 27-30) Babil mitolojisine göre, büyük tufandan sonra Hz. Nuh, Tanrı'ya şükretmek için kurban kesmişti. Kurban konusunda hepimizin bildiği en önemli olay, Hz. İbrahim'le ilgili olanlardır. Tevrat, Hz. İbrahim'in kurbanla ilgili durumunu şöyle anlatır: “… Allah İbrahim'i deneyip, ona dedi 'Ey İbrahim! Ve o işte ben' dedi. 'Ve' dedi. 'Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu İshak'ı al ve (Kudüs'teki) Moriya diyarına git. Ve orada sana söyleyeceğim dağların bir üzerinde onu yakılan kurban olarak takdim et…… Sen Allah'tan korkuyorsun ve kendi biricik oğlunu benden esirgemedin. Ve İbrahim gözlerini kaldırıp gördü. Ve işte arkasında bir koç, çalılıkta boynuzlarından tutulmuştu; ve İbrahim gidip koçu aldı. Ve oğlunun yerine onu yakılan kurban olarak takdim etti.”(Tekvin 1-13) Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in kurban etmek istediği oğlunun adı ve olayın geçtiği yer belirtilmemiştir. Fakat genel olarak kabul edilen olayın Mekke'de Kâbe'nin yanındaki Merve Tepesi'nde Hz. İsmail'in kurban edilmesi şeklindedir. Yahudilikte kurban vardır, Tanrı'ya bağlılığın ve saygının işaretidir. Yahudiler, sığır, davar gibi hayvanlarla birlikte kumru ve güvercin gibi kuşları, bunun yanı sıra ekmek, yağ, tuz, su, şarap gibi kansız kurbanları tarlaya sunarlar. Yahudilerde deve kurban edilmez. Kurban edilecek hayvanların da kusursuz olması, boğazlanarak kanının akıtılması şarttır. Hz. İsa'nın yaşamı boyunca kurban kesip kesmediğini kesin olarak bilmiyoruz. Bu konuda belgeler yok, fakat İncil, kurban konusunda şöyle der: “Komşunu kendi gibi sevmek, bütün yakılan takdimelerden ve kurbanlardan üstündür.”(Markos İncili 33) Fakat Yahudi şeriatına göre, Hz. İsa doğduğunda Mabet'te geleneksel olarak kurban kesildiği sanılıyor. Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'de kurban kesilmesi açıkça emredilmiştir. “Ey Muhammed! Doğrusu sana pek çok nimet vermişizdir. Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes.”(Kevser 1-2) Kısaca anlatmaya çalıştığım kurban, insanlık tarihinin en önemli geleneklerinde biridir. Araştırıldığında insanlığın olduğu her yerde kurbanın olduğunu da görürüz.

 

Arşivimden bazı notlar

27 Ağustos 2013, 13:26

Arşivimi düzenlerken bazı notlar ilgimi çekti, sizlerinde ilgisini çekeceğini sandığım için aktarıyorum.

Umarım hoşlanırsınız.

Zayıf taraflarımı…

Kimsenin bilmesini istemem…

Ya başkaları görürse iç dünyamı…

Gerçek ben ve yalnızlığımı…

İşte maskelerimi bunun için takarım…”

(Doğan CÜCELOĞLU)                                          

 

Psikolog Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun bu sözleri

İnsan doğasının olayları doğrudan yansıtmadığını, şartlara göre düşüncelerini değiştirdiğinin kanıtıdır.

Belgelerden biri, Hıncal Uluç’un köşesinden bir alıntı:

“Tanrı, insanlığa özgü üç özellik yaratmış: Dürüstlük, Akıl ve Siyasi irade.

Ama kimseye ikiden fazlasını vermemiş.

Dolayısıyla, eğer dürüst ve akıllı iseniz, siyasetçi değilsiniz.

Eğer, dürüst ve siyasetçi iseniz, akıllı değilsiniz.

Eğer, akıllı ve siyasetçi iseniz, dürüst değilsiniz”

*****

Üçüncü belge ise, üstat Hasan Pulur’dan alınmış:

“Günlerden bir gün,

Hamama gideceği tuttu,

Sadrazam Hazretlerinin.

Bir yanında birinci vezir,

Bir yanında ikinci vezir.

Sonra: Efendime Söyleyeyim.

Peşkirci başı,

Nalıncı başı,

Sabuncu başı,

Velhasıl tam 400 kişilik kafile.

Peştamal takıp girdiler hamama.

Geçtiler kurnaların başına,

Üçer-beşer.

Sadrazam deseniz,

Kuruldu göbek taşına.

Yan gelip yattı.

Memleketin en ünlü tellakları

Sardılar dört yanını.

Kimi elini kaptı, kimini bacağını.

Bir keseleme, sürtme faslı başladı.

Tam oniki saat.

Oniki ünlü tellak.

İncitmeden keselediler.

Hasretin mübarek vücudunu.

Öylesine kir çıktı ki sormayın.

Her biri nah parmağım gibi.

Aman efendim bu ne kiri?

Demeye kalmadı.

Koskoca sadrazam,

Keselerin altında eriyip gitti.

Bütün maiyet erkânı yerinden fırladı.

Nettünüz, devletliyü?

Dediler tellaklara.

Tellaklar cevap verdi:

‘Biz yıkadık, keseledik.

Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik.

Suç bizde değil.

Neyleyeyim

Kir bitti, sadrazam elden gitti’…”

*****

Belge durumumuzun yüzyıllardır değişmediğini ne güzel anlatıyor.                                        Dördüncü belge, Ayşe Arman’ın Hıncal Uluç’la bir röportajından alınmış.

Yılların gazetecisi Hıncal Uluç şöyle diyor:

“Rahmetli babam, emekli bir askerdi. Politikaya atıldı. Milletvekili oldu. Bizlere şöyle derdi: ‘Oğlum, şerefli adam yoktur, fiyatı bulunamamış adam vardır. Benim de fiyatımı henüz bulamadılar. O yüzden şerefli olmaya devam ediyorum’…”

*****

Beşinci belge,Tevfik Fikret’i örnek gösteriyor.

Onurlu, dürüst olarak yaşadığını, bunu da yaşantısı ve eserlerinde gösterdiğini söylüyor:

“Ne bir bağış beklerim kimseden,

Ne kol dilenirim, ne kanat.

Kendi göklerimde kendime uçar giderim.

Bana eğilmek boyunduruktan bile ağır.

İşte böyle bir şairim ben.

Tepeden tırnağa özgür. (Tevfik FİKRET)

*****

İnsanın doğası ne kadar karmaşık olursa olsun insanı insan yapan, onurlu ve dürüst bir yaşamdır. Bu güzellikler olmazsa insanın diğer canlılardan ne farkı kalır.

Tevfik Fikret gibi, onurlu, dürüst, eğilmeyen insanlara her zamankinden fazla ihtiyaç var.

 

Türkiye, İslam dünyasının yüz akıdır!

21 Ağustos 2013, 11:59

Dünyamızda iki yüze yakın devlet bulunuyor.

Bunlardan 55’i İslam ülkesidir.

Müslüman dünyası henüz sorunlarını çözebilmiş değil.

Bu ülkeler, din, eğitim, siyaset, bilim, ekonomi v.b.sorunlarını çözemediler.

Çünkü bilime değer vermediler, bilimsel eğitim yapmadılar, bilim adamı yetiştirmediler.

Türkiye'nin İslam dünyasında özel bir yeri var. Bunun temel nedeni de Atatürk’ün 90 yıl önceden ülkemizde bilimsel eğitimi başlatmış olmasıdır.

Bugün Türkiye’de bulunan yetişmiş insan kalitesi hiçbirİslam ülkesinde yoktur. Bizi üstün ve özel kılan da bu durumdur.

Tüm İslam ülkeleri, İslam aydınları Türkiye'nin bugünkü durumuna gıpta ediyorlar. Türkiye kültürün, uygarlığın, bilimin, sanatın en iyi geliştiği İslam ülkesidir.

Türkiye İslam dünyasının yüz akıdır. Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet, demokratik kurumların gelişmesinde çok büyük aşamalar göstermiştir.

Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Türk toplumu aydınlanma çağına girmiştir. Oysa batı dünyası aydınlanmayı Yeni Çağ'da yaşamıştır.

Yeni Çağ, yüz yıllar boyunca batı dünyasın da bilim, din ve siyaset tartışmalarına sahne olmuştur.

Sonunda Hıristiyan dünyasın da bilimle din uzlaşmış, her ikisi de ayrı ayrı yollarına devam etmiştir. Batı dünyası din konusundaki sorunlarını çözmüş, oysa İslam dünyasının tamamına yakını bu sorunlarını çözememiştir.

Türkiye'nin bu sorunları çözmesinde Atatürk'ün büyük katkıları vardır. Atatürk'ün üstün devlet adamlığı, bu çözülmez gibi görünen sorunların çözümüne büyük katkı sağlamıştır.

Bugün Türkiye'de laiklik en az İslam kadar kök salmış yaşam felsefesidir.

Ülkemizde ne İslam'ın, ne de laikliğin silinmesi mümkün değildir.

Türkiye'nin laikleri zannettiklerinden daha Müslüman, Müslümanları da farkında olduklarından daha da laiktir. Laikliği yaşadıklarının farkında değildir.

Bu gerçeği şehrimizin değerli eczacılarından Osman Gökbulut'un eczacı güzel kızı sevgili öğrencim Aysun Gökbulut'un ağalara yakışır o görkemli düğünün de daha iyi anladım. Bir gece önce yapılan düğün de insanlar coşkuyla doyasıya eğlendiler, büyük ve küçük dertlerini unuttular, iş stresinden kurtuldular, gündelik yaşamın katılığının, monotonluğun dışına çıktılar, tanınmış iş adamlarımızdan Hüseyin Altaş'ın  davul resitalini o coşkulu halini görmeliydiniz. İnsanlar doğalarına uygun bir şekilde eğlendiler. Bir gece sonra Cemal Hocadan ilahiler dinlediler, yeni evlenen gençler için dua ettiler. Burada saygı, hoşgörü, modern yaşam, eğlence hep birlikte vardı. Olması gereken de budur.  Cumhuriyet bu güzel yaşam biçimini bizlere sunmuştur. Pek çok İslam ülkesi hâlâ Orta Çağ'ın karanlığını yaşıyor.

Ugarlığa sırtlarını dönmüşler, kadınları toplumsal hayatın dışına itmişler.

Kadının toplumsal hayatta yeri yok.

Suudi Arabistan'da kadınların araba kullanması yasak, tanıklığı geçersiz, maça gidemiyorlar, oy kullanamıyorlar. Gazetelerde çıkan bir habere göre, Suudi Arabistan'da bir erkek, karısı televizyonda erkeğe baktığı için boşamış.

Tüm bu ilkellikler din adına yapılıyor.

Din, en yüce, en kutsal değerdir.

Din, eleştirilmez, sorgulanamaz.

Ekonomik ve politik çıkarlar için istismar konusu yapılamaz.

İnançlara saygı, uygarlığın evrensel koşullarından biridir.

Bu bakımdan Müslümanlığın en güzel, en saygın biçim de yaşandığı tek ülke Türkiye'dir. Tüm İslam ülkeleri de Türkiye’yi örnek ülke olarak göstermektedirler.

Kırşehir'imizin aydınlık yüzü, gelişmişlik düzeyi Türkiye'de özel bir yere sahiptir.

Bu realite cumhuriyetin kazanımlarından biridir.

Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'de bilimi, bilimsel çalışmaları teşvik eden pek çok ayet vardır.

"Yarabbi, ilmimi arttır, de. "Taha 114.

"Sizin Tanrınız, ancak O'ndan başka Tanrı olmayan Allah'tır. İlmi her şeyi içine almıştır." Taha 98.

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu de? Ancak sağduyu sahipleri düşünüp öğüt alır." Zümer 9.

"Davut ve Süleyman'a bir bilim verdik." Nemin 16.

"Sana bilimden gelmiş olandan sonra onların havalarına uyacak olursa and olsun ki, Allah katında sana bir dost ve seni koruyan çıkmaz." Râ'd 37.

Yüce Peygamberimizin bilimsel çalışmaları teşvik eden sözlerinden bazıları da şunlardır:

"İlmimi arttırmayan güne lanet olsun."

"Başka milletleri geçmeyen ümmetime şefaat etmem."

"İki günü eşit geçen aldanmıştır."

"Kız çocuklarını okutunuz. Zira onların dönemi sizin çocukluğunuzdan daha farklıdır."

"Bilgin meclisinde bulunmak, bin rekât namaz kılmaktan, bin hastayı ziyaret etmekten ve bin cenazede bulunmaktan daha erdeme uygundur."

"Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden eftaldir(üstündür)"

"Cahilin ibadetinden, âlimin mürekkebi üstündür."

"Kırk yıl ibadettense, kırk gün âlimlerle düşüp kalkmak üstündür."

"Yüce Tanrı'nın cehennem azabından azat ettiği kullarına bakmak isteyenler, bilim elde edenlere bakmalıdır."

"Beşikten mezara kadar ilmi isteyin."

"Bilgelik, bizim kaybettiğimiz malımızdır; O'nu bulduğumuzyerde alırız."

"Kur'an ancak bilimle yarar sağlar."

"Bir saat bilim müzakeresinde bulunmak, yetmiş yılnafile ibadetten hayırlıdır."

"Bilimi Çin'de de olsa arayınız."

"Bilginlerin mürekkebi şehitlerin kanıyla tartıldı da,ondan ağır geldi."

"Bilginlere ikram edin, onlara kim ikram ederse, Allahve elçisine ikram etmiş olur."

"Bilginler, yeryüzünün ışıkları, peygamberlerin halifeleridir; benim ve peygamberlerin mirasçılarıdır."

"Melekler, bilim isteyenlere kanatlarını gererler."

"Bilim öğrenin ve bilim için sükûn ve bakar da öğrenin; kendisinden bilim öğreneceğiniz kimseye karşı alçak gönüllü olunuz."

"Bilginler Peygamberlerin mirasçılarıdır."

"Bilginin ibadet üzerine olan üstünlüğü, ayın dolunay gecesi, öteki yıldızlardan üstünlüğü gibidir."

"Allah kıyamet günü bilginleri toplayarak diyecektirki, ben size hayır istediğim için kalbinize bilgeliğini koydum. Haydi, cennetegidin."

Bütün bu hadislere dikkat edilirse İslamiyet bilime,bilimsel çalışmalara önem vermiştir.

Gazali bu sözlerin pozitif bilimler için değil, din bilimleri için söylendiğini iddia eder.

Bugün İran, Gazali'nin sözlerinden hareket edere küniversitelerde pozitif bilimleri değil, din bilimlerinin temel alınmasını istiyor.

Yüce Peygamberimiz tüm insanlık için bir ülküyü gerçekleştirmek, bilimlere sırtını çeviren kavimlere bilimin önemini kabulettirmek istemiştir.

Bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu durum içler acısı.Türkiye'nin dışında hiç birisi demokrasiye geçememiş, en ilkel yönetim biçimiolan monarşilerle, diktatörlüklerle yönetiliyor.

Bunun sebebi de İslamiyet değil, İslamiyet’i yönetim kendiçıkarlarına göre yorumlamasıdır.

En önemli uygarlıklardan biri olan Pers Uygarlığı'nın temsilcisi olan İran eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejat'ı Colombia Üniversitesi Rektörü Lee Bolinger şöyle takdim ediyor:

"Dar kafalı, cahil, gaddar ve diktatör olduğunuzun tüm işaretlerini sergiliyorsunuz."

İran'ın dünyadaki yeri ve değeri bu şekilde anlatılıyor.

Dünya enerji kaynaklarının yüzde 60'ı İslam dünyasındadır.Fakat bunları üretecek eğitilmiş insan güçleri yok. Çünkü bilimsel eğitim yapmıyorlar.

Richard Dawkins, Başbakan Erdoğan’a dolaylı bir cevap niteliğinde ilginç bir tweet attı. “Dünyadaki tüm Müslümanların aldığı Nobel ödülü sayısı, Cambridge Üniversitesi bünyesindeki Trinity Koleji mensuplarınınaldığından azdır” dedi.

Dünyanın en iyi 500 üniversitesinin içine girenüniversiteler, sadece Türkiye’de var.

İslam ülkelerinin dünya bilimine katkıları yok denecek kadar azdır. Hiç birinde ne Nobel ödülü almış bir fizikçi, ne bir kimyacı, ne de bir doktor vardır.

Tüm bunlar, Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'e de garip geliyor. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Dışişleri Bakanlığı sırasında İslam Konferansı'nda İslam ülkelerinin kendilerini yenilemesini, yeniliklere açık  olmasını istedi.

İslam ülkelerindeki bu yoksul yığınlar sadece İslam dünyasının değil, tüm insanlığın ortak bir sorunudur.

Bugün Türkiye'de yapılan tartışmalar, Türkiye'nin geriye değil, ileriye gittiğinin ve gideceğinin işaretleridir.

Türk toplumun da gelişen dinamikler hiçbir emperyalist baskıya boyun eğmeyecektir.

Türkiye, geri kalmış ülkelerde olduğu gibi mezhep kavgalarına sahne olmayacaktır.

Bu böyle biline…

 

 

SANAT VE SANATÇI

11 Haziran 2013, 15:14

Sanatçının çok zor yeştiği kurak bir iklim de yaşıyoruz.                                                                                         Sanatçı ve sanat eserleri, kültürü besleyen ırmaklar gibidir.

Kültür, sanatla gelişir, zenginleşir evrensel nitelik kazanır.

İngiliz kültürünü dünya da egemen kültür yapan sanatçılarıdır. Bu konuda Shakespeare’in payı küçümsenemez.

Amiral Nelson’a sorarlar; dünyanın en güçlü donanması olan İngiliz donanması mı yok olsun, yoksa Shakespeare’nin eserleri mi?

Onun verdiği cevap şöyledir; “İngiliz donanması yok olsun, donanma yeniden yapılır, ama Shakespeare'in eserleri yeniden yazılamaz.”

Bu da gösteriyor ki sanatçılar toplumun yüz akı, sanat eserleri de toplumların zenginlik kaynağıdır.

Taksim Gezi Parkı eylemlerinde sanatçıların tutumları bunu kanıtlıyor.

Gelişmiş toplumları, gelişmemiş toplumlardan ayıran temel özellik, çevreye ve sanata duyarlı bireylerin olmasıdır.

Bizim toplumumuzda da çevreye ve sanata duyarlı yeni bir nesil yetişiyor. Bu nesil yüz akımız, aynı zamanda da gelişmişlik göstergemiz.

Sanat eseri; sanatçıların duygularını, tasarımlarını özgürce biçimlendirme yeteneğidir. Sanatı, bilimden ayıran da nesnel değil öznel olmasıdır. Sanatçı eserlerinde kendine özgü yorumlar yapar. İnsanın olduğu her yerde sanat vardır.

İlkel toplumlar da sanat, şarkılar, türküler, ağıtlar,danslar şeklinde karşımıza çıkar. Sanatla hayat arasında içten bir bağ vardır.

Sanat, insanı günlük işlerin, kaygıların dışına çıkarır. Hayatın yükünü hafifletir. İnsanı eğlendirir, dinlendirir ve eğitir. Sanat eserleri, sevinci,neşeyi, ümidi acıyı şikayeti vb. insanca duyguları yansıtır. Sanatın olmadığı bir dünyada insanca güzellikler de yoktur.

Hayat bir mücadeledir. Sürekli değişir,sorunlar değişir, öncelikler değişir, istekler değişir. Akıp giden hayatın sorunlarını, değişmeyen özünü kavramaya çalışan, kalıcı olanları bizlere gösteren de sanat eserleridir.

Osmanlı Devleti, belli bir dönem de yaşamış, sonra da yıkılmıştır. Fakat bu devletin özelliklerini biz sanat eserlerinde görürüz.

Osmanlı’nın en çok rüşvet alan veziri Rüstem Paşa dönemini Fuzuli,Şikayetname’sinde şöyle anlatır;

“Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Eğerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler.

Dedim: – Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır?

Dediler: – Bizim adetimiz böyledir.

Dedim: – Benim riayetimi gerekli görmüşler ve bana tekaütberatı vermişler ki ondan her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile dua kılam.

Dediler: – Ey zavallı! Sana zulüm etmişler ve gidip gelme sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadele edesin ve uğursuz yüzler görüp sert sözler işitesin.

Dedim: – Beratımın gereği niçin yerine gelmez?

Dediler: – Zevaittir, husulü mümkün olmaz.

Dedim: – Böyle evkaf zevaidsiz olur mu?

Dediler: – Asitanenin masraflarından artarsa bizden kalırmı?

Dedim: – Vakıf malın dilediği gibi kullanmak vebaldir.

Dediler: – Akçamız ile satın almışız, bize helaldir.

Dedim: – Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur.

Dediler: – Bu hesap, kıyamette sorulur.

Dedim: – Dünyada dahi hesap olur, haberin işitmişiz.

Dediler: – Ondan dahi korkumuz yoktur, katipleri razı etmişiz.Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz mücadeleyi terk ettim ve mey’us ümahrum guşe-i uzletime çekildim.

Rüşvet, insanlığın ortak bir sorunudur. Ünlü ozanımız Fuzuli de bu durumu ne güzel anlatmış, eline, diline sağlık…

Mimar Sinan eserlerin de döneminin mimari özelliklerini yansıtır. Savaşlar, olmuş bitmiş, hükümdarlar, saltanat sürmüşler ama hiçbirinin adı anılmaz fakat bu eserleri gördüğümüzde sanatçıları hatırlarız.

İnsanın dünyasında başarı- başarısızlık, hak- haksızlı ,adalet-adaletsizlik, sevgi- nefret, dürüstlük, rüşvet vb. problemler vardır. Sanat, işte bu problemleri işleyen kalıcı eserlerdir.

Sanat eserleri, ırkı, cinsiyeti, etnisitesi ne olursa olsun insanın temel problemlerini yansıtır. Sanat eserlerinin ve sanatçılarının ırkı,milliyeti ve cinsiyeti yoktur. Onlar, insanlığın ortak değerleridir. Bu nedenle Birleşmiş Milletler, dünyanın her yerindeki sanat eserlerini insanlığın ortak değeri olarak görür. Onları korur, kollar ve gelecek kuşaklara miras olarak bırakmaya çalışır.

Fuzuli, bizim kadar diğer ulusların da ortak değeridir. Shakespeare,Tolstoy, Balzac insanlığın ortak değerleridir.

Sanat eseri hem ulusal hem de evrenseldir. Yaşadığı dönemi, o dönemin özelliklerini anlatmasıyla öznel, insanın değişmeyen problemlerini anlatmasıyla evrenseldir.

Shakespeare, Macbeth isimli eserinde hırsı ve iktidarı anlatır. Kahraman Macbeth, iktidar hırsıyla cinayet işledikten sonra şöyle der; “Bu ellerdeki kanları, okyanusun tüm suları temizleyemez.”

Dostoyevski Suç ve Ceza’sında vicdan azabını anlatır. Yaşlı kadını öldüren Raskolnikov’un vicdan azabını anlatır.

Sanat eserlerinin verdiği estetik zevki hiçbir olay veremez. Sanatı ve sanatçıyı korumak, onlara saygı duymak hepimizin görevidir. Çünkü onlar, günümüzü gelecek kuşaklara aktaracak, bizlere insan olduğumuzu hatırlatan değerler sunar.

Aristo’nun da dediği gibi “Bireyi ve toplumu eğitecek,eğlendirecek, dinlendirecek olanlar da sanat eserleridir.”

Sanatın verdiği hazzı, insan başka hiçbir şeyde alamaz.

Sanat sevgisi, gelişmişliğin, sanat düşmanlığı da ilkelliğin göstergesidir. 

Please publish modules in offcanvas position.